anasayfa
biyografi
foto-albüm
medyadan
bağlama
ozanlar
multimedya
ziyaretci defteri

OZANLARIMIZIN BİYOGRAFİLERİ

 

ABDULLAH PAPUR

Abdullah Papur (© Özmüziksan)

 

DOĞUMU : 1945 yılında Divriği' de doğmuştur.


Sivas-kangal'a bağlı iğdeli köyünden yetişmiş olan ozanımız küçük yaşlarda bağlama çalmayı ögrendi. Önce aşıklık geleneğinde usta malı türküler söyleyen Papur, sonraları kendi türkülerine ağırlık verdi. Türkiye'nin birçok yerini dolaştı. 1970'li yıllardan itibaren toplumsal konulara yönelen Papur bu dalda da birçok eser verdi. Fevkalede harika uzunhavalarıyla, halk muziğindeki kâmilliği herkes tarafından kabul edilmiş, anadoluda en az bir Refik Başaran ya da Mahzuni Şerif kadar tanınan, mühim mahalli ozanlarımızdandır.

ÖLÜMÜ : 1989 yılında aramızdan ayrıldı.
ALBÜMLERİ : Gardiyan - Kara Tren - Gaflet Uykusu - Bulut Kat Kat Olmuş - Göçme Gardaş ...

 

ALI EKBER ÇİÇEK

1935 Erzincan Ulular Köyü dogumlu Ali Ekber Çiçek, babasini 1939 Erzincan depreminde yitiriyor ve çok küçük yaslarda rençberlik yapmaya basliyor. Bu arada baglamayi ögreniyor ve cem toplantilarinda kulagi Alevi deyisleri ve ezgileriyle doluyor. Ilkokul ögreniminden sonra maddi olanaksizliklar sonucu ögrenimini sürdüremiyor, ancak agir yasam sartlarina karsin müzikten hiç kopmuyor. Müzik aski agir basinca Istanbul'a göç ediyor ve halk müziginin önemli isimleriyle tanisyor. Vatani görevi sonrasi radyoya giriyor ve 35 yili askin bir sürede 400'den fazla yapiti yorumlayarak genis kitlelere ulastiriyor.

Halen TRT arsivlerinde ustanin 54 kaseti oldugu söyleniyor. Birçok ülkede konserler ve üniversitelerdeki sohbetler araciligiyla bu topraklarin sanatini dünyaya tasimaya çabalamis Ali Ekber Çiçek, bir kaynakta yolunu söyle özetliyor:
''Gerçekleri göstermek, gerçege kavusmak ve gerçegi oldugu gibi insanlara anlatmak için çalismis bir insanim. Cahilden uzak, kâmile yakin oldum; büyüklerime saygi ile, küçüklerime sevgiyle yaklastim. Konusulan her kelâmi ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatim boyunca hiçbir maddi menfaat saglamadan, insanlarin duygularini sömürmek gibi bir yanlisliga meydan vermedim.

ALI ERCAN

 Ali Ercan

Ali Ercan, 1931 yılında Niğde'ye bağlı eski adı Ferbenk yeni adı İçmeli köyünde doğdu. Altı yaşında annesi Fatma'yı, yedi yaşında babası Ahmet'i kaybetti. Sekiz yaşından itibaren çalıp söylemeye başladı. Zamanla çevresindeki saz  ve halk şairlerinden  öğrendikleriyle  beste  yapmaya, bağlamasını daha iyi çalmaya başlıyor.

Onsekiz yaşında İstanbul Radyosunun açtığı sınavı kazanır ve burada çalışmaya başlar. Bir süre sonra ücretinin azlığı nedeniyle bu görevinden ayrılır ve serbest olarak çalışmaya başlar. Asker ocağında yurdun farklı yerlerinden gelen, bağlama çalan ve türkü söyleyen insanlarla tanışma imkanı bulur. Dolayısıyla askerde iken ufkunu genişletir ve bilgisini oldukça artırır.

1951 yılında evlenir ve daha sonra Mustafa, Ahmet adında iki erkek ve Feza adında bir kızı olur.

1962 yılında "Karakaş Gözlerin Elmas" türküsü ile tüm yurtta tanındı. 1964 yılında ilk plağı olan "Adana'ya bir kız geldi gördün mü" yü çıkardı. 1965 yılında hazırlamış olduğu "Karakaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri" kitabı Niğde il basımevi tarafından basıldı. Aralarında "Karakaş Gözlerin Elmas" ve "Adaletin Bu Mu Dünya" nın da olduğu 300 kadar eseri mevcuttur.

ali onur
mayıs 2003

ALI KIZILTUG

Ali Kızıltuğ

1944 yılında Sivas ili Divriği ilçesi Mursal köyünde dünyaya geldi. 1958 yılında bağlama çalmaya başladı. Bağlamaya ilişkin temel bilgileri köyünde bulunan Abbas ustadan öğrendi. İlk yıllarda başka aşıkların eserlerini ve yöresel türküleri seslendirdi.

1969 yılında ilk plağı olan "Asrı gurbet harab etmiş köyümü" çıktı. Bugüne kadar 103 plak ve 87 kaseti yayınlandı. 2160 eseri bulunmakta ve bunların 550 tanesi başka sanatçılar tarafından seslendirildi.

1969 dan bu yana sadece kendi eserlerini seslendiriyor. Eserlerini hazırlarken genellikle 
önce şiir olarak yazıp sonra onları besteliyor. Ancak doğaçlamada çalıp söylüyor, 1971 yılında İstanbul Tepebaşında yapılan ve tüm ozanların katıldığı bir atışma yarışmasında birinci seçildi.

Geçim sıkıntısı nedeniyle göç etmek zorunda kalır ve 1973 de Ankaraya yerleşti.

Aşık Veysel ve Aşık Mahzuni onu en çok etkileyen aşıklardır. 

Uzun sap bağlama çalıyor ve bağlamasını hüseyni düzenine akort ediyor.

"Baykuşlara kalan köy" ve "Sorma efendim" adında iki kitabı yayımlandı ve diğer eserlerini de 10 cilt kitap halinde yayınlamayı düşünmektedir.

Memur emeklisi ve 4 çocuk babası olan Ali Kızıltuğ halen Ankara'da ikamet etmekte ve kendisini şöyle özetliyor: "Ne yarimden vazgeçtim, ne sazımdan vazgeçtim, ne de vatanımdan vazgeçtim. Nasıl Mursal'dan geldiysem, o nazlım, sefil, tertemiz bir köylü çocuğu isem şimdide aynıyım...". 
 

ali onur
Ekim 2002

AŞIK ALI IZZET

Ali İzzet Özkan

Şarkışla’lı Ali İzzet Özkan adından çokça söz edilen bir halk ozanımızdır. 1902 yılında Şarkışla’nın Üğük köyünde doğdu. Belli bir öğrenim görmedi. Aşık Sabri den saz dersleri aldı. Ve küçük yaşlarda aşık oldu. 22 yaşlarında Adana'ya giderek Çukurovalı aşıklarla karşılaşmalar yaptı. Uzun yıllar yurdun çeşitli yerlerinde gezip dolaştı. Pek çok şiir söyledi. 500'ü aşkın şiiri vardır ve şiirlerini zaman zaman çıkardığı kitaplarda toplamıştır. Bazı türküleri de sanatçılar tarafından plağa okundu. Bunlar arasında  “Şu Sazıma Düzen Ver, Mühür Gözlüm". Ali İzzet Özkan Konya da yapılan Türkiye aşıklar bayramına katılmıştır. Aşık 1981 yılında bu dünyadan göçüp gider.

AŞIK BEYHANI

Aşık Beyhani

Beyhani Erzincan'ın Çayırlı ilçesine bağlı Eski Esperek, yeni adıyla Verimli köyündendir. 1933 yılında bu köye çok yakın Gamga köyünde doğdu. Babası Hüseyin, anası İbrahim kızı Gülizar'dır. Beyhani'nin asıl adı İbrahim'dir. çocukların en büyüğüdür. Sırasıyla ana baba bir Ziynet, Hüseyin, Ahmet ve ana ayrı Ali Hıdır adlı dört kardeşi vardır. Ana Gülizar, ozan gönüllü doğuşlu deyişleri olan sesi güzel bir anadır. Denebilir ki, Beyhani özelliğini anasından almıştır. Beyhani okumayı, ilmi, Kur'an-ı köylerindeki alimlerden İsmail Efendi ve Cafer Ağa'dan öğrenmiştir. 

Beyhanilerin köyüne o dönemlerde sık sık gezici ozanlar gelmekte imiş. Bu ozanlardan en çok ildeşi ve tanıdığı Davut Sulari'ye ısınmıştır. Bir de aynı köyden olan Nişani adlı ozana yakınlaşmıştır. Beyhani'nin ilk saz ustası çok güzel kabak kemençe ve bağlama çalan amcası Rıza Efendi'dir. Sazda ustalaşması Davut Sulari ile olur. Beyhani 14 yaşında iken babası, yanına iki ozan katar, birlikte Suriye, İran ve Irak'ı dolaşırlar. Aç-susuz kalarak 9 gün yalnız hurma ile geçinirler. 2 yıl sonra döndüklerinde, Beyhani gelişmiş, ağırlaşmış ve iyice ustalaşmıştır. Kendisine "nedir bu durum'' denildiğinde ise şu cevabı vermektedir: ''Aşıklık, bir dad-ı haktır, bakmayın gerisine''. 

1954 yılında halasının kızı Aslı ile evlenmiştir. Bu evlilikten Kenan, Selvi, Nazlı ve Nazan adlı 4 çocuğu vardır. 1956 yılında askere gider. 1960'dan sonra da İstanbul'a yerleşir. Beyhani sağlığında sık sık Hacı Bektaş ve Pir Sultan Abdal gecelerine katılırdı. 1971 yılında mafsal romatizması teşhisi ile Şişli Etfal Hastahanesine yatırılır. Ağrılarının dinmemesi üzerine kaplıcalara girer, köyüne gider, geri döner, fakat ağrıları hala dinmemiştir. Bu kez Amerikan Hastahanesine yatırılır. Böbrek üremesi olduğu anlaşılmıştır.
17 Ağustos 1971' de 38 yaşında iken ölür. Mezarı Kağıthane'de dir.

AŞIK DAIMI (İsmail Aydın)

Aşık Daimi

Dogum yeri: Istanbul

Dogum Tarihi: 1932

Asil adi Ismail Aydin olan Asik Daimi aslen Erzincan'in Tercan ilcesindedir. Ali Babaogullari'ndan Baba Daimi, Birinci Dunya Savasi siralarinda Istanbul'a goc etmistir. Iki dedesi saz sairi olan Asik Daimi kolayca saz calmayi ve soylemeyi ogrendi. Bir sure sonra kendi eselerini calip soylemeye basladi.

Istanbul'dan ayrilip baba diyari Erzincan'da bir sure kalan Daimi, 1950 yilinda evlendi ve bu evlilikten iki kiz iki erkek cocugu oldu. 1962 yilinda tamamen Istanbul'a yerlesti.

TRT Genel Mudurlugunun actigi sinavi kazanarak kurumda gorev yapti. Yurtici ve yurtdisi konserler verdi. Ne Aglarsin, Bir Seher Vaktinde, Seherde Bir Baga Girdim gibi bilinen eserlerin yaratisi olan Daimi 17 Nisan 1983 yilinda aramizdan ayrildi.

AŞIK HARABI

Dogum yeri: Istanbul

Dogum Tarihi: 1853

(EDİP) HARABİ (1853 - 1917)

1853 yılında Istanbul'da dogan Harabi’nin asıl adı Ahmet Edip'tir. Harabi sonradan şiirlerinde kullandıgı mahlastır. Bazı şiirlerinde adı Edip olarak geçer. Bahriye Birlik katibi olan Harabi ömrünü Istanbul ve Rumeli'de geçirmiştir. 17 yaşında Bektaşilige giren Harabi dünyadan göçüş yılı olan 1917'ye kadar bu yolun sadık bir bendesi ve yılmaz bir savaşçısı olmuştur.

Tasavvufla tasavvuf üstadlarinin eserleri ile yakından ilgilenmiş, hece ve aruzla yazdıgı veya irticalen söyledigi deyişlerle koca bir divan meydana getirmiştir. Yunus'un sevgi ve birlik duygusuna, Nesimi'nin sertligine, Kaygusuz'un hiciv ve istihzasına, Pir Sultan'ın cesaretine bu dünyadaki deyislerde bol bol rastlamak mümkün.

DİVANI :
Harabi'nin kendi elyazısı ile meydana getirdigi divan 570 sahifelidir. Bu divanı inceleyen Nejat An arkadaşımız şöyle yazıyor: "Edip Harabi Divanı Istanbul'da Süleymaniye kütüphanesinde, Ihsan Mahfi kitapları arasında 98 numarada kayıtlı bir yazmadır. Şiirlerin yazılı oldugu defter arada bir sahifeleri baska renkte olan, ilk otuz sahifesi dıs kenarından fare yenigine ugramış, kalın bir defterdir. Şiirler gelişi güzel bir sırayla yazılmıştır. Sonda bir fihrist var. Bu fihristte, şiirlerin ilk mısraları ile, bunların hizalarında: aşıkanedir, rindanedir, hezeldir, nefestir, kafiranedir, mersiyedir, hicvamizdir, felekten şikayettir, vahdet-i ilahidir, berayi latife söylenmiştir, hakimanedir, duadan ibarettir... gibi izahlar var.

Şiirleri aruzla ve hece ile yazılmıştır. Şairin bu iki vezne de çok alışık oldugu hakimiyetinden anlasılıyor. Uyakları kimi zaman göz için, kimi de kulak içindir. Rediflere ragbeti vardır. Nazım şekillerini maksadına göre seçmekte ustadır.

Edip Harabi, tasavvuf konularında oldugu kadar hiciv alanında da usta ve tecrübeli bir şairdi. Hicviyelerinin üstünde, kime niçin ve ne zaman yazıldıgını gösteren notların bulunması; onların ilginçligini artırmaktadır.

Bu arada şairi costuran, kızdıran sebeplerin belli olması, onun hayatı hakkında da epey bilgi vermektedir.

YENİDEN DOGUŞ
Harabi bütün Bektaşiler gibi yeniden doguşa ermiş ve hayatına yeni bir yön vermiştir. Bu doguş 17 yaşında olmuştur:

Berzahtan kurtuldum çıktım aradan
Onyedi yaşında dogdum anadan
Muhammed Hilmi Dede Babadan
Çok şükür hamdolsun geldim imkane

Çok genç yaşında, Merdiven Köyü Bektaşi Tekkesi'nde M. A. Hilmi Dede Baba'ya ikrara verip tarikate giren Harabi hayatının sonuna kadar bu ikrara sadık kalmış, şiir ve nefesleri ile Bektaşi edebiyatının en kudretli ustadlarından biri olmuştur.

Bektaşi olmadan önceki halini şöyle anlatır: "Abdestimi alir, taştan duvara karşı bir kalkar bir yatardım. Savmı salatı bırakmazdım. Cennetle huri, gılman sevdası vardı gönülde. Beş vakte beş katardım, çok namaz kılardım, camileri gezerdim. Allaha vasıl olmak böyle olur sanırdım."

HARABİ İLE İLGİLİ YAYINLAR
- Harabi ilk şiirlerini Saadet Gazetesi'nde yayınlamaya başlamıştır. Yayınlanmış veya yayınlanmamış şiirleri Bektaşiler arasında çabucak yayılmış, bestelenmiş, sazla ve sözle Türkiye'nin her tarafında söylenir hale gelmişstir. Izmir'li Hüseyin Hüsnü Erdikut Baba'nın yazdıgına göre Rıza Tevfik'in de mürşidi olmuştur.

Harabi hakkında ilk defa geniş bilgi veren ve onun şiirlerinden mühim bir kaç numune yayınlayan Saadettin Nüzhet Ergun olmuştur. 1930 yılında devlet matbaasında basılıp Maarif Vekaletince yayınlanan Bektaşi Şairleri adındaki kitabın 79-115 sayfaları Harabi'ye ayrılmıştır.

Saadettin Nüzhet Ergun'nun bu kitabı sonradan Maarif Kütüphanesi tarafından Bektaşi-Kızılbaş-Alevî Şairleri ve Nefesleri adı ile yayınlanmış ve 2 basım ve 3 ciltte 251-265 sayfalar Harabiye ayrılmıştır.

1950 yılında, Izmir'li H. Hüseyin Erdikut "Edip Harabi'nin Divanı" adı ile 74 sayfalık bir kitap yayınlamıştır. Bilgi Matbaası'nda basılan bu kitaptaki kısa ön sözünde Harabi'den söz açarken rahmetli Hüseyin Hüsnü baba şöyle yazmaktadır: "Vaktiyle bu fakire hediye etmiş oldugu kendi elyazisi ile divançesinde 115 kadar es'ari mevcut oldugundan ve şimdiye kadar bu zatın eserleri pek az neşredildiginden, ihvani basafaya ve muhterem okurlara küçük bir hizmette bulunmak ve muhterem şairin ruhunu şad etmek maksadiyle bu vazifeyi mukaddesaddederek işbu divançenin tab ve intisarina haddim olmayarak cür'eteyledim."

Kaynak: HARABİ VE DEYİŞLERİ, (Haz. Sefer Aytekin, 1959)

AŞIK HÜDAI

Dogum yeri: Kahramanmaraş - Göksün - Yoğunoluk Köyü

Dogum Tarihi: 1940

Asıl adı Sabri Orak'tır. 11 yaşında irticalen şiir söylemeye başlayan Hüdai, yaşlı ve usta aşıkların yanında kendisini geliştirmiştir. Küçük yaşta babasını kaybeden Hüdai okuma yazmayı askerliği süresince öğrenir. Askerden geldikten sonra bir müddet pamuk tarlalarında ırgat olarak çalışır.

Şiirlerindeki güzellik, ozanlık yönünde kendisinin önünde yeni yollar açar. 1968 yılında Konya'da yapılan aşıklar Bayramında birinci olarak Fuzuli ödülünü alır. 1969'da atışma ve şiir dallarında ikinci olarak Dadaloğlu ve Yunus Emre ödüllerini kazanır. İnsanın iç dünyasını kendine has bir üslupla yorumladığı şiirleri ve tasavvuf konulu şiirleri takdire değer bir ustalık taşır.

Bir cok eseri Arif Sağ, Musa Eroğlu ve pek çok değerli sanatçı tarafından kasetlere okunmuştur. Bilinen eserleri arasında Duygular Dönüştü Söze, Bütün Evren Semah Döner ve Gönül Çalamassan Aşkın Sazını sayılabilir.

Muazzam bir hafızası ve şiir okuma yeteneği olan Hüdai tartışmasız yaşayan en büyük ozanlarımızdandır.

Not : Aşık Hüdai, 22 Kasım 2001 Perşembe günü Ankara'da vefat etmiştir. Değerli ozanın bir süredir şeker hastalığından rahatsız olduğu biliniyordu. Ailesine ve kendisini hiç unutmayacak sevenlerine başsağlığı dilerim.



AŞIK IBRETI

Aşık İbreti

Dogum yeri: Sarız - Kayseri

Dogum Tarihi: 1920

Asıl adı Hıdır Gürel olan Aşık İbreti'nin dedeleri Malatya'nın Akçadağ ilçesinden kalkmış, Kayseri'nin Sarız ilçesıne bağlı Kırkısrak köyüne gelip yerleşmiş, babasının adı Ali annesinin adı Sultandır. Babası o günün zor koşullarında, at sırtında köy köy dolaşıp meyve ve öteberi satarak geçimini sağlarmış. Rumi 1336, miladi 1920 doğumlu olan Aşık İbreti'ye Hıdır adı konulmuş. Üç yaşına gelince annesini kaybetmiş ve öksüz kalmış, babası evlendiği Hatice isimli ikinci annesinden Ali, Rıza, İbrahim, Sultan, Meryem, adlarında beş kardeşi dünyaya gelmiş. Bunlar halen hayatta olup yaşamlarını İstanbul'da sürdürmektedir. İbretı henüz onyedi onsekiz yaşlarındayken evlenir, hanımı teyzesinin kızı Sultandır. Köşkerlik (ayakkabı tamirciliği) yapar ve giderek ayakkabı üretimiyle geçimini sağlar.

Askere gider 3 yıl askerlik yapar askerde iken babasını kaybeder. Askerlik dönüşü Maraş'ın Afşin ilçesine giderek onsekiz gün gibi kısa bir zamanda biçki, dikiş öğrenen İbreti Sarız'a döner bu sanatını da onsekiz yıl devam ettirir. Bu arada saza söze büyük ilgi duyar okuma merakı artar. Geceleri gaz lambasının ışığında sabahlara dek okuduğu günler olur kendini yetiştirir.

İbreti, bu gayretli çalışmasının yanı sıra peş peşe altı çocuk sahibi de olur, sırasıyla Sultan, Haydar, Hüseyin, Hıdır, Kemal, Gülbeyaz, İbretinin hanesinde yer alır. Ancak kendi adını taşıyan Hıdır henüz 34 yaşında 1992 yılında, eşi Sultan 2000 yılında, büyük oğlu Haydar 2001 yılında hakk'ın rahmetine kavuşurlar. Diğer çocuklarından Hüseyin İstanbul'da, Sultan Almanya/Altınoluk'ta, Kemal Kanada'da ve Gülbeyaz İngiltere'de yaşamlarını sürdürürmektedir.

Çok çocuklu İbreti, geçim darlğı çektiği için çeşitli mesleklere atılır. Saz yapıp satmak, diş çekmek, madencilik, en son fotoğrafçılık gibi işler yapar. Madencilikte yaptığı kazılarda yüzde seksen isabet kaydetmesine karşın ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu işi sürdüremiyor. Bulduğu krom, gümüşlü kurşun, madenleri toprak altında kalıyor. Son olarak fotografçılık hizmeti yapmakta olan İbreti Sarızda elektrik olmadığı için işini zor sürdürüyor.

Daha sonra Elbistana göçüyor, burada fotoğrafçılık mesleğini sürdürürken 1967'de patlak veren Elbistan Olayında Alevilere saldıran fanatik bir gurubun saldırısından İbreti de nasibini alıyor. Dükkanı tahrip ediliyor kendisi ise canını zor kurtarıyor tekrar Sarıza donüyor ancak geçim darlığı nedeniyle İstanbula göçüyor ve 5 Kasm 1976 tarihinde Hakk'a yürüyor.

AŞIK MAHZUNI SERIF

Aşık Mahzuni Şerif

Dogum yeri: Kahramanmaras - Afsin - Bercenek köyü

Dogum tarihi : 1938

Namına 20. yüzyılın Pir Sultanı dedirtecek kadar halkının takdirini kazanan Mahsuni ilk eğitimini Berçenek'te okul olmadığı için Elbistan'ın Alembey köyünde, Lütfu Efendi Medrese'sinde Kuran kursunda alır. Eski Türkçe okuyup yazmayı orada öğrenir. 1956'da kendi köyüne gelen ilk okuldan mezun olur ve Mersin Astsubay Okulu'na girer. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu'nu bitirir. Başarılı derleri Kuleli Askeri Lisesine gitmeyi elverirken, karşı çıkışları ve Alevi olması sebebiyle ordudan ihrac edilir.

1961 yılından itibaren kendini saza ve söze verir, yüzlerce kaset ve plak yapar. 1998 yılında dünyanın yaşayan üç büyük ozanı arasında en büyüğü olarak değerlendirilir.

Aşıklık yoluna çıktığı günden beri din, milliyet, ırk ayrımı gözetmeksizin ezilenin yanında yer almayı kendisine ilke edinir. Yeri geldiğinde Amerika'nın, baskıcı devletin veya örümcek kafali zihniyetlerin karşısına dağ gibi dikilir ve onları sazı, sözü ile yargılar.

Türkiye'nin bir türlü bitmek bilmeyen buhranlı günlerinde başına gelmedik kalmaz. Tutuklanır, işkenceye maruz kalır, evi kurşunlanır, yakılır ama bunların hiç biri Mahsuni'yi yolundan ayırmaz.

1960'lı yıllarda Halk edebiyatına sazı ve sözü ile adeta bir bomba gibi düşer ve etkisini sonsuza dek sürdürecek eserler üretmeye durmadan devam eder. Halk müziği sanatçıları tarafından sayısız eseri plaklara, kasetlere, CDlere okunur. Eserleri dillerde bir marş gibi söylenir. Sözlerindeki derinlik ve ustaca yorumlar kendisini her eserinde biraz daha yüceltir.

AŞIK MELULI (Latife)

Meluli

1892 - 14 Kasım 1989. Afşin’in Kötüre köyünde doğdu. Asıl adı Karaca Erbil’dir. 7-8 yaşlarında köyündeki bir hocadan Arapça okuma yazma öğrendi. 10 yaşlarında Afşin’de Ermeni aile dostlarının yanına gönderildi. 20 yaşlarına dek Ermeni okulunda eğitim gördü. Arapça, Ermenice, matematik ve edebiyat dersleri aldı.

Şiir ve edebiyata ilgisi de daha çok bu dönemde gelişti. Yöresindeki birçok aşığın yanı sıra, kaynaklara geçmiş başka aşıkların da şiirlerini öğrenerek kendini geliştirdi.

Varlıklı bir insan olan babasının haksızlıklarına dayanamayarak eşiyle birlikte köyünü terk etti. Ortadoğu’nun çeşitli yerlerini dolaştı, değişik insanlarla ve aşıklarla tanıştı.

Aşık Meluli, şiirlerinde insan ve sevgi öğesini öne çıkardı. Ancak politik taşlamalardan tasavvufa dek her konuyu ele aldı.

Birçok sanatçı tarafından bestelenen şiirlerinin bir bölümünü Latife mahlasıyla yazan Meluli’nin eserleri değişik gazete, dergi ve araştırmalarda yer aldı.

Meluli’nin yaşamı ve şiirlerine ilişkin ayrıntılı bir araştırma, torunları Latife Özpolat ve Hamdullah Erbil tarafından »Melûli Divanı ve Aleviliğin, Tasavvufun, Bektaşiliğin Tarihçesi« (1992) adıyla yayımlandı.

 

Bekir Karadeniz
1900'den 2000'e Halk Şiiri

AŞIK SÜMMANI

Sümmani'nin gerçek adı Hüseyin olup, babası Kasımoğulları'ndan Hasan'dır. 1861 yılında Erzurum ili, Narman ilçesi, Samikale Köyü'nde doğmuştur. Kendileri bu köye Kafkaslar' dan gelmişlerdir. Babası köyde çobanlıkla geçimini sağlamakta idi Hüseyin 10-11 yaşlarına geldiğinde, babasıyla birlikte çobanlık yapmaya başladı. Hüseyin'in genellikle danalarını otlattığı yer Ablaktaş'tır: Bir gün Şekerli Düzü' ne hayvanlarını otlatmaya tek başına gider. Hüseyin, kendisine doğru bir atlının geldiğini görür. Atlı, Hüseyin'e selam verir ve adını öğrenmek ister. Çok aç olduğunu söyleyip ondan ekmek ister. Köylerinde nerede misafir olabileceğini sorar. Hüseyin üç arpa ekmeğinin yarısını atlıya verir. O' nun bu cömertliği hoşuna gider ve der ki:

 -Oğul, sana bir dua öğreteyim. Bu duayı kırk gün okuyacaksın. Yalnız yüz tane taş say, cebine koy. Her okuyuşta bir taş atarsın. Duayı kırk gün okur ve son gün Ablaktaş'a gider. Babası ise Cuma namazını kılmak için köyde kalır. Ablaktaş'taki çeşmenin yanında hayvanlarını otlatmaya bırakır. O da namaz kılmaya niyetlenir. Daha önce babasıyla burada namaz kılarlarmış Namaz vaktini anlamak için de kendilerine bir taş tespit etmişler. Güneş taşa isabet ettiği zaman öğle vakti olduğunu anlarlarmış, O gün de babasıyla yaptığı gibi kendisine taşı nişan eder ve Güneş'e bakarken uykuya dalar.

Uykusunda, çeşmenin başında kırk yeşil güvercin görür. Güvercinler birden kaybolur ve karşısında üç derviş belirir. Dervişler Hüseyin'e abdest aldırırlar ve birlikte namaza dururlar. Hatta bir dörtlüğünde der ki:

Vardım saf saf olup durmuş divana
Ben de el bağlayıp geçtim bir yana
Meylimi bağladım gari sübhana
O güzel Allah'ı gözler gözlerim...........  

Daha sonra Hüseyin'i ortalarına alıyorlar. Hüseyin bakıyor ki. dervişlerden birinin elinde bir tabla, üç dolu bardak var. Derviş, bunları Hüseyin' in önüne getiriyor ve

-Hüseyin, bu şerbetlerden bir tanesini iç bakalım.

diyor. Hüseyin bardakların içindekileri şerbete benzetemiyor. Kendisini kandırdıklarını. Ona içki içireceklerini sanıyor. Ne kadar zorluyorlarsa da içmiyor Bunun üzerine birisi Hüseyin'in ellerini tutuyor. birisi de parmağını bardağa batırıp Hüseyin'in ağzına sürüyor. Tam bu esnada Hüseyin uykudan uyanıyor. Bakıyor ki, ne derviş var ne de şerbet. Fakat ağzında İnanılmaz bir lezzet hissediyor.

- Öylece bir daha uykuya dalıyor. Uykuda yine karşısına dervişler çıkıyor Tam eline bardağı alıp içmeye hazırlanıyor ki, dervişler şôyle diyor:  

-Oğul, buna aşk badesi derler. Sevdiğin kız aşkınadır. Kızın adı Gülperi'dir. Bedahşah kentinde Şah Abbas'ın kızıdır. Sen Onun. O da senindir. Birbirinize aşık maşuk'sunuz. Dervişlerden biri Gülperi'nin cemalini gösterir. Üç bardak Hüseyin'e. üç bardak ta Gülperi 'ye verirler. Yeşil mürekkeple yazılı bir kitap okuturlar. 

Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek.....  

Hüseyin uykudan uyanır ki, ne Gülperi Han var ne de dervişler. Danaları da göremeyince köyün yolunu tutar. Köye varmaya yakın bir atlıyla karşılaşır, 

-Hüseyin, korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için haram, der. Sümmani, anlam olarak "Sonuncu, sona ait" demektir.  

Hüseyin köye varınca annesini,. babasını uyandırır. Babası da ertesi sabah. köylülere, çobanlığı bıraktıklarını söyler. Aradan otuz kırk gün geçer, günler geçtikçe aşkı da ziyadeleşir. Herkes. Onun hastalandığını, cin'e; peri'ye karıştığını sanır. O zamanlar sıra geceleri düzenlenirmiş. Bir akşam babasına yalvarır. gecelere katılmak İstediğini söyler. Babası da dayanamayıp götürür. Sıra Sümmani'ye gelince. bazı kimseler, O'nun çocuk olduğunu söyleyerek atlamak İsterler. Köylülerin teklifini kabul etmeyerek, türkü söylemek istediğini belirtir ve söze başlar: 

Uyandım gafletten oldum perişan
Bir nur doğdu alemler oldu ürüşan
Selam verdi geldi üç-beş dervişan
Lisanları bir hoş sedasın tek tek 

Lisanları bir hoş eyler avazı
Onlarda mevcuttur ilm-ü el fazı 
Dediler: Vaktidir kılak namazı 
Aldılar abdestin edasın tek tek

Aldılar abdesti uyandım habran 
Aslımız yapılmış hak ü turabtan 
Üç harf okuttular yeşil yapraktan 
Okudum harfini noktasın tek tek

Okudum harfini zihnim bu!andı
Yalelerim göz göz oldu sulandı
Baktım çar etrafa kadeh dolandı
Nuş ettim kırkların mahlesin tek tek

Nuş ettim badesin gördüm rengini
Tam on sekiz saat sürdüm cengini
Yar yüzünde saydım üç beş bengini
Halhalın altında hırdasın tek tek

Dediler: Sümmani gel etme meram
Adamı çürütür dert ile verem
Sen içün dünyada kavuşmak haram
Hüdam böyle salmış kalemin tek tek 

Koşma bitince köylüler şaşırır. Onun badeli Aşık olduğu anlaşılır. Fakat henüz saz çalmasını bilmemektedir. Babası ile bir gün Erzurum ' a giderler. Burada aşık kahvelerine devam eder. Sazın perdelerini ve tezene tutmasını öğrenir. Her akşam köylüyü toplayıp saz çalar. Günler ayları, aylar yılları kovalar Sümmani köyde duramaz ve sevdiğini aramaya karar verir. Önce KafKaslar'a. oradan İran'a gider. İran- Turan illerini dolaşır. Bedahşah'ı tanıyan, Gülperi'nin adını duyan bir Allah kuluna rastlayamaz Hint, Afgan topraklarına gider. Onun bir gurbeti yaklaşık beş yıl sürmüştür. Günlerden bir gün rüyasında pirini görür. Piri O'na Kırım'a bir geziye çıkmasını söyler. Sümmani yanına sofusunu alıp Kırım yolculuğuna çıkar Kışı Kırımda geçirir. Yaz gelince tekrar köyüne döner. Artık şair, hareket kabiliyetini yavaş yavaş kaybederek duraklama dönemine girmektedir. 

Devrin büyük şairlerinden Erbabi'yi mat eder. Başarıları Erzurum Valisinin kulağına kadar gider. Bir süre sonra. Sümmani Pasof'a gider. Aşığı oradan Suskap köyüne Zülali'nin yanına götürürler. O sırada ünü Kars'ı, Ardahan'ı, Erzurum'u kaplamış olan Aşık Şenlik'te oradadır. Üçünden bir atışma İsterler. İlk sözü Sümmani söyler:  

          Adem Sefiyullah makam-ı peder 
          Cennet' te ihvan bir kere düştü 
          ''Sürün'' dedi, mollam takdir-i kader 
          Cennetten dünyaya bir kere düştü 
 
Şenlik: Hışm-ı nar içinde gülüstan gözü  
          İbrahim Safa'ya bir kere düştü  
          İsmail' e gelen koç kurban kuzu  
          Cennet'ten Mina 'ya bir kere düştü 

Zülali: Türaptan bir avuç hak aldı kaddes  
         Bu zemin Ierzeye bir kere düştü  
         Beytullah yerine Beytü'l Mukaddes 
         Kuruldu Kabe'ye bir yere düştü 

Sümmani'nin esas amacı, Şenlik ile meydan edilmekti. Günün birinde yine Samikale köyünden, Sefili isminde birisi, Aşık Şenlik'in yaşadığı. Kars'ın Çıldır ilçesinin Suhara Köyü'ne gider. Kendisini Aşık Sümmani olarak tanıtır. Fakat mat olup, sazını bırakarak köyüne geri döner. Bu olaydan hemen sonra Aşık Şenlik, Ardahan'a gider. Aşık Sümmani ile Ahmet Onbaşı da Şenlik'İn köyüne gelirler Orada. yöre İçinde önemli bir konuma sahip olan, Haşimoğulları 'ndan Celal Bey ve Şerif Bey'le karşılaşırlar. Her ikisi de, bir süre önce köye gelip kendisini Sümmani olarak tanıtan aşıktan, Onun Şenlik'le yaptığı karşılaşmadan bahsederler. O zaman, Sümmani kendi şanını kurtarmak için Aşık Şenlik'le karşılaşmak istediğini söyler. Şenlik, Ardahan'dan köye çağrılır. Neticede bir araya gelirler. Hem tatlı tatlı sohbetler ederler hem de atışırlar. Sonunda yenişemeyip, kardeş olduklarım ilan ederler. Birkaç gün sonra köyüne geri döner. Fakat zaman Gülperi'yi unutturamamıştır. Köylüleri ona rastlayıp konuşturdukları zaman, O, şu şiirini söyler: 

Ervah-ı ezelden levh ü kalemden
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Gönül perişandır alev-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar  

Gönül gülşeninde har oldu deyu
Hasretlik ismimde var oldu deyu
Sevdiğim, sevdiğin pır oldu deyu
Erbab-ı garezler yare yazdılar 

Dünyayı sevenler veli değildir 
Canı terk edenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkara yazdılar 

Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar 

Döner mi kavlinden sıdk-ı adıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydine geçti bunlar aşıklar
Sümmani'yi ''Derkenara'' yazdılar 

Aşık artık gerileme dönemine girmiştir. Bir gece rüyasında Gülperi. işaret almadan gurbete çıkmaması yolunda tembih eder. Bu duruma çok üzülür. Zaman zaman Erzurum'a gidip gelmektedir. Erzurum da bulunduğu günler kahvede otururken arkadaş ve dostları sözü eski günlerden açıp. Sümmani'ye Gülperi ile olan aşkını anlattırmak isterler. Artık ihtiyardır. Sazını eline alıp şu şiirini söyler. 

Tarih seksen dokuz on bir yaşımda
Cem başımda iş birer birer
On sekiz yıl sürdü yarin peşinde
Akıttım gözümden yaş birer birer  

Görmedim dünyada bir şadlık demi
Geçti civan ömrüm, gülmem encamı
Her boyun sistemi, feleğin kahrı
Vurdu her taraftan taş birer birer 

Sümmani'yim hani benim otağım?
Gün be gün, bulandı dalım, budağım
Devroldu devranım, çevrildi çağım
Döküldü dihenden diş birer birer 

Bir gün gençliğini hatırlayıp aşk badesini içtiği Ablaktaş'a gider. Çobanlığı bıraktığından beri buraya hiç gitmemiştir. Orada oturur, uzun uzun düşünür, çalar, söyler. Artık, sadece kahvelerde çalıp söylemektedir. Bu sıralarda, Gülperi de Sümmani'den haber alamadığına üzülmektedir. Bir gün Bedahşah 'tan tellal çağırttırır. Sümmani'yi aratmak için iki kardeş görevlendirir Sümmani'yi bunlara iyice tarif eder. Aradan günler, ay!ar geçer İki kardeş Kafkas taraflarına gelirler. Birden gözlerine bir adam ilişir. Adamlara Sümmani adında birisi aradıklarını söylerler. Adamlar: 

-Biz Onun akrabalarındanız. Sümmani yakında öldü. Gülperi adında bir kızı sevmişti. Bu kızın aşkı için pir elinden bade verilmişti. İşte o vakitten beri. Sümmani Gülperi'nin aşığı olmuştur. Daha ölmeden bir kaç gün evvel rüyasını görmüştü. Günlerce ağladı, son dakikasına kadar Gülperi'nin acılarını çekti. Sonunda Ona hasret gitti. 

İki kardeş, Sümmani'nin ölümüne çok üzülürler. Köye dönerler ve doğruyu Gülperi'ye söylemeye karar verirler. Şah'ın sarayına yaklaşırlar, bakarlar ki bir cenaze kalkmaktadır. Bu Gülperi'nin cenazesidir.  Sümmani, Samikale Köyü'nde, 5 Şubat 1915 tarihinde vefat etmiştir. 

Der Sümmani tamam oldu muhabbet
Biz varalım, siz olasız selamet
Kalktı bu karyeden çekildi kısmet
Göründü gözüme yol yavaş yavaş
 

AŞIK VEYSEL SATIROGLU

Asik Veysel, hayatini anlattigi bir siirinde "Ücyüz-onda gelmis idim cihana" diyor. Yil 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bagli Sarkisla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmis. Anasi Gulizar, bir yaz günü koy dolaylarindaki Ayipinar merasina koyun sagmaya gittiginde; oracikta bir yol üstünde dogurmus Veysel'i. Göbegini de kendi eliyle kesmis. Yaman kadinmis Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarip yürüye yürüye köye dönmüs. Babasi Ahmet; bebenin adini Veysel koymus. Yillar geçmis aradan büyümüs, konusmus, yürümüs Veysel çocuk. Böylece yedi yasina varmis. O yil bir çiçek hastaligi salgini hastaligi olmus Sivasta, kücük Veyselde yakalanmis. Sag gözüne de perde inmis, önceleri. Yalniz isigi seçebiliyormus, bu gözüyle. Babasina "Çocugu Akdagmadeni'ne götür, orada bu gözünü açacak bir doktor var." demisler. Sevinmis Ahmet emmi. Gel gör ki talihsizlik yine yakasini birakmamis Veysel'in. Bir gün inek sagarken babasi yanina gelmis. Veysel ansizin donuverince; yakinda bulunan bir degnegin ucu öteki gözüne girivermis. O göz de akip gitmis böylece. Veysel'in Ali adinda bir agabeysi ve Elif adinda bir kiz kardesi varmis. Hepsi çok üzülmüsler Veysel'in kötü kaderine.

Babasi merakli adammis. Halk ozanlarindan siirler okuyup ezberleterek avutmaya çalismis oglunu. Sivas'in köyleri saz sairleriyle dolu. Onlar da ara sira gelip Ahmet emminin evine ugrarlarmis. Veysel ilgiyle dinlermis calip söylediklerini. Babasi, oglunun ilgisini görünce; bir saz alip vermis ona. Ilk saz derslerini, babasinin arkadasi olan Çamis'li Ali Aga'dan almis. Ve gitgide, kendini iyice saza vermis Veysel. Ünlü Halk ozanlarinin siirlerini çalip söylemis bir zaman. Yirmibes yasindayken (1919) anasi, babasi Veysel'i Esma adinda bir kizla evermisler ve kisa sure sonra ikisi de göçüp gitmis bu dünyadan (1921). Aci üstüne aci gelmis, ama bitmemis talihin kotu oyunu. ikinci çocugu on günlükken, anasinin memesi agzina tikanarak ölmüs, ardindan da karisi yanasmalariyla evden kaçmis. Bu olay çok koymus Veysel'e. Daha dertli olmus ve iyice içine kapanmis. Karisi koyup gittiginde bir kizi varmis Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemis. Iki yil kucaginda gezdirmis Veysel, ne çare o da yasamamis. Bu siralar Veysel'i yeniden evermisler. Bu karisi çocuk vermis Asiga. Biri olmus, iki oglan, dört kiz, altisi sag. Onlar da 18 torun vermis Veysel'e.

Asik Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yil dönümüne rastlayan 1933 yilina kadar, baska ozanlarin siirlerini çalip söylemis. Kendi deyislerini söylemekten utanir, çekinirmis. O yillarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanimis Veysel'i. Onun isik tutuculuguyla Veysel'in siirleri aydinliga kavusmus. Veysel; sairliginin gelismesinde Tecer'in büyük yardimlarsni gördügünü söylerdi her zaman. Veysel'in gün isigina çikan ilk siiri Gazi Mustafa Kemal Pasa için söyledigi: "Türkiye'nin ihyasi Hazreti Gazi" misrasiyla baslayan siirdir. Bundan sonra bütün yazdiklarini calip söyler olmustu. 1933 yilina kadar, köyünden disari hemen hemen hiç çikmadigi halde; bundan sonra bütün yurdu dolasmis, yurdunun çesitli sehirleriyle kasabalarini, köylerini yakindan tanimstir. Halk ozanlarindan en çok Karacaoglan'i, Yunus'u, Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çagimizin ozanlarindan Ahmet Kutsi Tecer'in ayri bir yeri vardi Veysel'de. Onun araciligiyla Koy Enstitülerinde bir sure saz ögretmenligi de yapmisti Veysel. Sirasiyla Arifiye, Hasanoglan, Cifteler, Kastamonu, Yildizeli, Akpinar Koy Enstitülerinde bulunmustu. 1952 yilinda istanbul'da büyük bir jübilesi yapilan Asik Veysel'e 1965 yilinda Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birligimize yaptigi hizmetlerden dolayi" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylik baglamisti.

Veysel'in bir baska özelligi daha vardi; köyünde ve çevresinde ondan önce bir tek meyve agaci olmadigi halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini o yetistirmisti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kaisiya, kirazdan cevize kadar turlu turlu meyve ve çiçek vardi. Veysel, kardeslerinin yardimiyla bu bahçeyi yapmaya basladigi zaman köylüleri "Atalarimiz bunca yil böyle bir is yapmamislar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkisti?" demisler. Birkaç yil sonra agaçlar yetismis, meyve vermis. Köylüler önceki dediklerini hatirlayip utanmislar ve bu defa "O kor degilmis, meger kor olan bizmisiz diyerek Asik Veysel'i kutlamislar. iste böylesine uzagi gören bir insandi o... Yetmis yil karanlik bir dünyada yasadi (ölümü 21 Mart 1973). Fakat karanlik gözlerindeydi yalniz, içi apaydinlikti, siirleri de öyle... Halk siirimizin bu güçlü ozani yarim yüzyili askin bir sure yazdiklariyla, calip söyledikleriyle çevresine isiklar saçti. Sanirim simdi de mezarinda son uykusunu isiklar içinde uyuyordur. Yalniz çagimizda yasayanlar degil, bizden çok sonra yasayacaklar da "Dostlar Beni Hatirlasin" siirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardir.


yazan: Ümit Yasar Oguzcan

AŞIK ZÜLALI

Aşık Zülali Kars ilimizin Posof ilçesinin Suskap köyünde bugünkü adı (Aşık Zülali Köyü) 1873 yılında doğdu.

Üstün yetenekli bir aşık olan Zülali çocukluk yaşlarından itibaren aşıklık geleneğinin bütün gereklerini başarıyla yerine getirdi. Bu konuda bilgisini. görgüsünü geliştirdi. Aşık Zülali aynı zamanda badeli aşıklardandır. Kars 'ta ve çevrede usta aşıklardan usul, erkan, yol belledi. İlk ustası Aşık Abbas'dı. Aşık Şenlik, Aşık Sümmani gibi zamanın en usta iki aşığıyla görüştü, onlardan nasibini aldı ve mutluluğa erişti.
 

Aşık Zülali, halk edebiyatının aşıklık geleneğinin bütün dallarında üstün örnekler verdi. Sözü kadar sazı da güçlüdür. Aşık Zülali, doğuda kısa zamanda büyük bir üne kavuştu. İstanbul'da o tarihlerde halk şairleri, sazlarıyla, sözleriyle büyük kahvelerde, köşklerde ilgiyle dinleniyor, teşvik ve takdir ediliyordu. Zülali İstanbul'da sanatını başarıyla sürdürdü, hem de medreseye devam etti. Sonra tekrar Kars'a döndü.

Gel zaman, git zaman yine gurbetin yolunu tuttu. Afyon, Emirdağ derken, sonunda Eskişehir'in Çifteler ilçesini mesken tuttu. Sazlı, sözlü bir dünyada 1956 yılının 18 Aralıkta Allah'ın rahmetine kavuştu.

 

DADALOGLU

19. yüzyılda yaşamış güney illerinin büyük şairi Dadaloğlu hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bu durum hemen bütün halk şairleri için böyledir. Bunun sebebi saz şairlerinin çoğunun ümmi oluşu ve aydın zümrenin onlara önem vermemiş olmasıdır. Bu yüzden yazılı belge bulmak çok güçtür. Hele divan şairlerinden bahseden tezkerelerde halk şairlerinin adlarına rastlamak mümkün değildir. Bunun için yaşadıkları zamanda hayatlarına dair bilgi vermeyen halk şairlerini incelemek zorlaşmaktadır. Bu durumda rivayetler ve şiirleri ile yetinmek zorundayız.

Dadaloğlu içinde durum aynıdır. Her büyük şair için olduğu gibi güneyde her bölge onu kendine    mal etmeye çalışmıştır. Rivayetler birbirini tutmaz olur.

Dadaloğlu toros dağlarında dolaşan göçebe Türkmen aşiretlerinin Avşar boyundandır. Şiirlerinde ;

                Kalktı göç eyledi Avşar elleri
                Ağır ağır giden iller bizimdir

Gibi mısralara rastlanmaktadır.

Bu aşiretin gezdiği yerle Torosların Erzin, Payas, Adana, Kozan çevreleridir. Türkülerinde onun hayalini görür gibi oluruz. Bir elinde sazı bir elinde tüfeği tepeden tepeye koşarak aşiret erlerini savaşa teşvik ederek Osmanlıya hıncını haykırır.

                Kaypak Osmanlılar size aman mı
Biraz sonra :

                Şahdan ferman türkmen ili göçünce
                Daha da hey Osmanlıya aman mı

der. Top gürültülerine karışan sazının tellerine dokunur. Padişaha meydan okur.

                Hakkımızda devlet etmiş fermanı
                Ferman padişahın dağlar bizimdir

Diye haykırır. Bunun gibi tarihi olaylarla ilgili türküleri çoktur.

Dadaloğlu kavga olmadığı zamanlar bir tabiat ve aşk şairidir. Her türlü güzelliğe vurgundur.
Fakat asıl özelliği ve kudreti cenkler için yaptığı türkülerinde görülür. Yaşadığı çevrenin tarihi olayları onu bir cenk şairi yapmıştır. belki de en güzel eserleri dağlarda dövüşler arasında kaybolup gitmiştir.

Dadaloğlu büyük bir halk şairidir. Şiirlerinde kudretli bir sanat ifadesi görülür. İlgilendiği olaylar dolayısıyla hem bir devrin tarihini hem de bir toplumun duyuş ve düşüncelerini yaşatmıştır. Bu bakımdan Dadaloğlu edebiyatımızın dikkatle üzerinde durulmaya değer şairlerinden biridir. en çok bilinen şiirlerinden bir tanesi avşar elleridir.

DAVUT SULARI

Doğum Yeri Sarız - Kayseri
Doğum Tarihi 1920

Asıl adı Hıdır Gürel olan Aşık İbreti'nin dedeleri Malatya'nın Akçadağ ilçesinden kalkmış, Kayseri'nin Sarız ilçesıne bağlı Kırkısrak köyüne gelip yerleşmiş, babasının adı Ali annesinin adı Sultandır. Babası o günün zor koşullarında, at sırtında köy köy dolaşıp meyve ve öteberi satarak geçimini sağlarmış. Rumi 1336, miladi 1920 doğumlu olan Aşık İbreti'ye Hıdır adı konulmuş. Üç yaşına gelince annesini kaybetmiş ve öksüz kalmış, babası evlendiği Hatice isimli ikinci annesinden Ali, Rıza, İbrahim, Sultan, Meryem, adlarında beş kardeşi dünyaya gelmiş. Bunlar halen hayatta olup yaşamlarını İstanbul'da sürdürmektedir. İbretı henüz onyedi onsekiz yaşlarındayken evlenir, hanımı teyzesinin kızı Sultandır. Köşkerlik (ayakkabı tamirciliği) yapar ve giderek ayakkabı üretimiyle geçimini sağlar.

Askere gider 3 yıl askerlik yapar askerde iken babasını kaybeder. Askerlik dönüşü Maraş'ın Afşin ilçesine giderek onsekiz gün gibi kısa bir zamanda biçki, dikiş öğrenen İbreti Sarız'a döner bu sanatını da onsekiz yıl devam ettirir. Bu arada saza söze büyük ilgi duyar okuma merakı artar. Geceleri gaz lambasının ışığında sabahlara dek okuduğu günler olur kendini yetiştirir.

İbreti, bu gayretli çalışmasının yanı sıra peş peşe altı çocuk sahibi de olur, sırasıyla Sultan, Haydar, Hüseyin, Hıdır, Kemal, Gülbeyaz, İbretinin hanesinde yer alır. Ancak kendi adını taşıyan Hıdır henüz 34 yaşında 1992 yılında, eşi Sultan 2000 yılında, büyük oğlu Haydar 2001 yılında hakk'ın rahmetine kavuşurlar. Diğer çocuklarından Hüseyin İstanbul'da, Sultan Almanya/Altınoluk'ta, Kemal Kanada'da ve Gülbeyaz İngiltere'de yaşamlarını sürdürürmektedir.

Çok çocuklu İbreti, geçim darlğı çektiği için çeşitli mesleklere atılır. Saz yapıp satmak, diş çekmek, madencilik, en son fotoğrafçılık gibi işler yapar. Madencilikte yaptığı kazılarda yüzde seksen isabet kaydetmesine karşın ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu işi sürdüremiyor. Bulduğu krom, gümüşlü kurşun, madenleri toprak altında kalıyor. Son olarak fotografçılık hizmeti yapmakta olan İbreti Sarızda elektrik olmadığı için işini zor sürdürüyor.

Daha sonra Elbistana göçüyor, burada fotoğrafçılık mesleğini sürdürürken 1967'de patlak veren Elbistan Olayında Alevilere saldıran fanatik bir gurubun saldırısından İbreti de nasibini alıyor. Dükkanı tahrip ediliyor kendisi ise canını zor kurtarıyor tekrar Sarıza donüyor ancak geçim darlığı nedeniyle İstanbula göçüyor ve 5 Kasm 1976 tarihinde Hakk'a yürüyor.

DERTLI DIVANI

Dertli Divani
Doğum Yeri Şanlıurfa - Kısas Köyü
Doğum Tarihi 1962

15 Ocak 1962 tarihinde Urfa'nın Kısas köyünde doğdu. Asıl adı Veli Aykut'tur. Dedesi Ahmet Baba ve babası, asıl adı Hamdullah olan Aşık Büryani'dir. Küçük yaşlarda aşıklık geleneğini ve bağlama çalmayı öğrendi.

İlk ve ortaokulu köyünde, liseyi ise Urfa'da bitirdikten sonra yükseköğrenimini Ankara'da tamamlayan Dertli Divani, hem kendi şiirlerini hem de babası ya da başka aşıkların şiirlerini bestelemektedir.

Mahlasını oluşturan 'Dertli' bölümünü 1978 yılında Emrullah Efendi, birkaç ay sonra da evlerini ziyaret eden Bektaş Efendi ise 'Divani' bölümünü verdi. Böylelikle Dertli Divani mahlası tamamlanmış oldu. Daha 16 yaşındayken söylediği doğaçlama deyişlerin de bu mahlası almasında önemli bir etkisi oldu.

Türküleri birçok sanatçı tarafından söylenen Dertli Divani Türkiye ve Türkiye dışında birçok konser ve toplantıya katıldı. Bugüne dek tek başına 4, grup olarak da 6 olmak üzere toplam 10 adet albüm çıkardı.

Ozanın kendisine ait ilk kaseti Divane Gönül, 92 yılında Diktiğimiz Fidanlar, 96 yılında Duaz-ı İmam ve en son 2000 yılında ise Serçeşme adlı kaseti piyasaya çıktı.

120'nin üzerinde söz ve müziği kendisine ait eser bulunmaktadır. Derleme eserlerinin sayısı ise 60'ın üzerindedir. Sözlü eserlerinden bazıları; Zülfü Livaneli, Arif Sağ, İlyas Salman, Belkıs Akkale, Sabahat Akkiraz, Güler Duman ve bir çok sanatçı tarafından seslendirildi. Söz ve müziği kendisine ait olan eserlerinden bazıları ise: Urfa Semahı (Pervaz kısmı), Duaz-ı İmam, Altım üstüm kaç kuruşluk, Diktiğimiz Fidanlar.

Dertli Divani, halen Ankara'da ikamet etmekte olup Çankaya Belediyesi'nde çalışmaktadır.

DEVRANI

Asıl adı Hasan Tutal’dır. 1928 yılında Şarkışla’nın Emlek yöresi Hüyük köyünde doğmuştur. Soyu, baba tarafından Horasan’dan gelme Şeyh Merzuban-ı Veli’ye dayanır. Ferhat ve Kibar’ın oğludur. Babası, 1924 yılında, Zara’nın Tekke köyünden gelip doğduğu köy olan Hüyük’e yerleşmiştir. Küçük yaşlarda babasını, 1959 yılında da annesini kaybetmiştir. Çocukluğu yoksullukla geçmiştir. Ailesine yardım için komşu köylerde çobanlık yapmıştır. Köyünde okul olmadığı için okula da gidememiştir. Okuma yazmayı askerlik yaptığı Sarıkamış’ta öğrenmiştir. Yaşı, nüfusta büyük yazıldığı için askere dört yıl erken gitmiştir. 1945 Şubatında Sarıkamış’ta askerken, şiddetli derecede böbreklerinden rahatsızlanıp ameliyat geçirmiş, doktorlar böbreğinin birini almak mecburiyetinde kalmıştır. Ameliyat sonrasında altı ay Sivas’ta hava değişimine gönderilmiş, bu süre sonunda kıtası değiştirilmiş Samsun 90. Piyade Alayına sevk edilmiştir. Ancak burada da rahatsızlanınca kendisine çürük raporu verilip terhis edilmiştir. 1953’te Yeter Hanım’la evlenmiş bu evlilikten bir oğlu, dört kızı olmuştur. 20 Şubat 1993’te Ankara’da vefat etmiştir.

Şiire 1945’te böbreğinin birinin alınmasından sonra başlamıştır. 1947’de de sazı çalmasını öğrenmiştir. Birlikte olduğu ustalardan Hasan Yüzbaşıoğlu, Âşık Veysel, Ali İzzet Özkan ve İzzat Savaş’ın şiir tekniğini ilerletmesinde büyük rolü olmuştur. Aynı zamanda iyi bir saz ustası olan Devranî, yıllarca köy köy, şehir şehir dolaşıp âşıklık sanatını icra etmiştir. Bununla da kalmayarak 1975 yılından itibaren Almanya, Avusturya, Yugoslavya, Hollanda, Irak, İran, Suriye gibi ülkelerde de programlar yapmıştır. Şiir tekniği güçlü olup başka sosyal problemler olmak hemen her konuda şiiri vardır. Defalarca ödüller almıştır. Şiirlerini ihtiva eden dört kitabı çıkmıştır. Dergâha Varış (1963), Uyanalım (1968), Gerçek Ozan Susmaz (1969 ve 1974), Yırtık Aba (1991).

Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya

FEYZULLAH ÇINAR

Feyzullah Çınar (© Radio France)

Feyzullah Çınar 1937 yılında Sivas Çamşıhı'nın Çamağa Köyü'nde doğmuş; tam beş yaşındayken almış eline bağlamayı... Şeyh Ahmet Yasevi'nin soyundan gelen ozan. Pir Sultan Abdal'ı, Kaygusuz'u, Virani'yi dinleyerek büyür; 14-15 yaşlarında ise iyi saz çalip, türkü söyleyen bir kişidir artık.

Anadolu'nun o aman vermez çileli yaşamından büyük kente, İstanbul'a gelmesiyle başlayan zorlu yaşam öyküsü O'nu sazıyla daha da yakınlaştırmıştır. İstanbul'da girdiği işler doyurmaz aşığı, O gönlündeki aşkı. toplumsal çelişkileri paylaşmak ister diğer insanlarla. Tam da bu sırada birlikte olduğu dostları Feyzullah Çınar'a bir plak yapmak isterler.

Plağın bir yüzü Agahî Baba'nın "Fazilet" adlı deyişi, diğer yüzü Malatyalı Esirî'nin Şah Hüseyin'e mersiyesi... Yıl 1966; o yıllarda Alevi deyişlerini çalıp söylemek pek çok açıdan zor. Ama koca Çınar durur mu? Aldı mı sazı eline, vurdu mu sazın teline söyler Pir Sultan'dan, Viranî'den, Kul Himmet'ten... işte o gün bu gündür ait olduğu kültürün o güzel ürünlerini altmıştan fazla plağa okumuştur ozan. 

1969 yılında Fransa'ya giden Çınar, Alevi-Bektaşi kültürü ve müziği üzerine Irene Melikoff'la birlikte konferanslara katılır, konserler verir. Bir çok Avrupa ülkesinde radyo programlarına katılır. Ozanın Fransa Radyo Televizyoncu ve Unesco tarafından iki long-play'i yayınlanır.

Feyzullah Çınar, Alevi-Bektaşi ozanlarının içinde kırsaldan kente göçmüş, ancak geleneksel kültüründen hiç bir şey yitirmeden sanatını uygulamış ender kişilerden biridir. O geleneksel kültürünü yaşatarak içinde bulunduğu toplumun sorunlarını dile getiren bir ozandır. O'nun sanat yaşamına baktığımızda koca Çınar'ın yine bir başka çınarın izinden gittiğini görürüz... Bu kişi Pir Sultan Abdal'dan başkası değildir. Pir Sultan'ı ve Pir Sultan geleneğini kendine kılavuz seçmiştir. O sazının telinden dökülen melodiler bin yıllık geleneğin sözcüsü gibidir. Pir Sultan deyişlerini sanki Çınar seslendirsin diye yazmıştır. Çınar deyişleri, öylesine yüksek bir sanat gücüyle icra eder, ve dilinden dökülen her sözün anlamı müzikle öylesine bütünleşir ki, yüzlerce yıllık Alevi kültürü ile binlerce yıllık Anadolu kültürlerinin sentezinden doğan bir ses çakılır kulaklarımıza. Feyzullah Çınar usta malı söyler deyişlerini. Yedi kutuplardan en çok Pir Sultan Abdal, Virani, Kul Himmet ve Hatayi'nin deyişlerini çalar ve okur. Geçmişle günümüz arasındaki köprü görevini üstlenmiş o ozanların işlevini Çınar'da da görürüz. Bu bakımdan günümüz  ozanlarının deyişleri de O'nun için diğerleri kadar önemli, hatta kutsaldır. Kul Ahmet, Sefil İbrahim, Celalî kendi döneminin toplumcu ozanlarıdır ve bunların deyişleri Çınar'ın dilinde ve telinde ustaca yorumlanır. Feyzullah Çınar 1960'lı ve 70'li yılların toplumsal açıdan çileli, karamsar, tehlikeli ortamı içinde ozanlık yapmaya çabalar. Türkiye'yi bir uçtan diğer uca dört kez dolaşır. Halkına umut verir, yüreklendirir onları. Toplumcu deyişleri seslendirdiği için hapse atılır. Ancak yine söyler, yine çalar sazım...

1983 yılında daha 46 yaşındayken Çınar yaşama gözlerini kapatır. Ancak onun sesi bu toprağa gönül vermiş dostlarının kulağında yaşamaya devam ediyor.

Bazı türküleri : Siyah saçlarından hatem yüzlerin, Bu yıl bu dağların karı erimez, Geldim şu alemi ıslah edeyim....

HASRET GÜLTEKIN

Buy This Album

Dogum yeri: SIVAS

Dogum tarihi: 1967


Geleneksel kalıplar içinde sıkışmış halk müziğini çağdas bir senteze kavuşturmaya çalıştı.Nevroz kasetinde Kürt ezgilerini enstrümantal olarak yorumladı.

Ortak çalışması Türküler Yalan Söylemez'den başka Gün Olaydım, Nevroz, Gece ile Gündüz Arasında, Besteleriyle Hasret Gültekin adlı kasetlerle müzikseverlere ulaştı.

En verimli çağında iken, 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Olaylarında yaşamını acı bir şekilde yitirdi.

Altı yaşında saz çalmaya başlayan Hasret Gültekin, 12 yaşında artık sahnede saz çalan küçük bir oznadı. Kadıkoy Anadolu Lisesi mezunu sanatçı, 1980'li yıllardan itibaren halk müziği alanında kendi uslubuyla ağırlıklı olarak yer aldı. Yinede Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top ve Musa Eroğlu'na olan hayranlığını gizlemiyor ama bağlamayı onlar kadar ustaca kullanıyordu.

 

KAPLANI (Hasan Kaplan)

Kaplani, 1958 yılının 2 Nisan'ında Yozgat'ın Sorgun ilçesine bağlı Tulum köyünde dünyaya gelmiş. Asıl adı Hasan Kaplan. Ama daha çok Kaplani mahlasını kullanıyor, bu da soyadından geliyor. Bir söyleşide: "Ağa çocuğu olmadığıma göre, çocukluğum diğer köy çocuklarının yaşamından farklı geçmedi. Ortaokulu nahiye ve kazada, liseyi Samsun ve Ankara'da bitirdim. Lise bitiminde Ankara Meslek Yüksek Okulu'na kayıt yaptırdımsa da devam etme olanağını bulamadım. İki yıl çelik eşya üzerine uğraşan bir atölyede çalıştım. 1979'dan beri bir kamu kuruluşunda çalışmaktayım.'' 

Kaplani, bu söyleşinin yapıldığı tarihten sonra, Üniversite yaşamına dönerek, Üniversiteyi de bitirdi. Ama en güzeli bu süre içerisinde birçok şiire ve besteye imzasını attı. Bugün kendini kabul ettirmiş birçok sanatçımız tarafından okunan güzel parçaların altında onun imzasını görüyoruz: "Yürüyorum Dikenlerin Üstünde", "Senin Gibi Sahte Dosta inanmam", ''Ağlayıp Gezerim Yar Senin için", "Alıp Yare Götürmüyor Yol Beni", ''Genç Kuşaklara", ''İleriye Yürüyün Ayaklarım'', ''Yüzyıllık çınar'', ''Denizin Yarası'', vb. Bu özet bilgiler de göstermektedir ki, Kaplani, halkın içerisinden çıkmış, kendisini yetiştirmiş birisidir. Onun belki de en büyük ayrıcalığı, halk şiirini sevmiş olması, bu geleneği yaşatacak, ona saygıyla bağlı bir aileden gelmesidir.

Sorgun yöresi, bugünkü genç halk şiirimiz için yeni yetenekleri, yeni adları muştulayan bir yöredir. Örneğin, Öztürk Erkılıç, Gönüllü Coşkun, Durak Şahin, gibi genç isimler de bu yörenin yetiştirdiği, bugün kendilerini belli ölçüde bir yere taşımış halk ozanlarıdır. Kaplani'nin bir özelliği de köyle bağlantısının, yani kültürel anlamda köy ortamından çok erken yaşlarda uzaklaşmış olmasıdır. Ortaöğretimden itibaren başlayan yaşamı sürekli olarak kentlerde geçmiştir. Özellikle de metropol kentlerde sürdürdüğü eğitim ve iş yaşamının ona taşıdığı değerler genel anlamda halk ozanlarının sahip oldukları köylülük değerlerinden onu uzaklaştırmıştır.

Bir parantez açmak gerekecek belki, kentte yaşayıp da, köylülükten kurtulamayan bir yığın insanımızın varlığında böyle bir etkenin altını çizmek neden? Böyle bir etkenin üzerinde duruyor olmamın, özellikle de bir sanatçı kişiliğinde bunu öne çıkarmamın elbette ciddi nedenleri var. Bunların birincisi, Kaplani'nin hem yaşam biçimi hem de ürettikleriyle böyle bir çizginin ayrımını erken fark etmesi, geleneksel değerlere eğilirken bunları edinmiş olduğu sınıfsal bilinçle değerlendirmesidir. Bir başka etken ise, genel olarak hala birçok ''halk ozanı''nın yeğlediği cemaat toplantıları gibi, yukarıda altını çizdiğim kültürel ortama dayalı, etkinlikleri yeğlememesidir. Ciddi bir tavır, almadır ondaki bu yaşama anlayışı. Geleneksel toplum değerlerini eleştirmesi, bu toplumsal düzenin olumsuz yanlarını kavrama bakımından önemlidir. Özellikle feodal kültürle örtüşük bu geleneksel değerleri olumsuzlamanın getirdiği tavır alış da, bakış açısının netliği önemli bir işarettir. Ayrıca mesleki anlamda da görülse, kültürel derneklerdeki aktif yöneticiliği ve örgütlü yaşamı savunmada (Halk ozanları kültür Derneği'nin 1977'den beri üyeliğini ve bir dönem sekreterliğini yapması) gösterdiği çabada, onun bu kentsel yaşam içerisindeki aktivitesini ortaya koymaktadır.

Bir sanatçının kitlelerle bağ kurmada izlediği yöntem de bu bakımdan önemlidir. Örneğin, hala tek bir edebiyat sanat dergisinin adını söyleyemeyen "şiir yazıcılarının", ''halk ozanları' bolluğunun gerçekliğinde, bu gerçeklikle hiç bir anlamda karşılaştırılmayacak Kaplani gibi birisinin sanat edebiyat dergilerinde ürünlerini yayımlaması, söyleşilerde bulunması da, bu yaşam biçiminin kültürel izlerini algılamak açısından üzerinde durulması gereken önemli unsurlarıdır.

Memur olmanın getirdiği kimi olumsuzlukları da gözden ırak tutmamak gerekiyor. Gündelik yaşam kavgası içerisindeki bir insanın, iğretileşmiş ilişkiler ve sistemin dayattığı edilgenliği de gözden ırak tutmamak gerekiyor. Bu Kaplani ve onun gibi kamu çalışanı sanatçıların büyük bir kesiminde böyledir. Çünkü, sistem biraz da o kurumlaşmanın kendisidir. Edilgenlik ve hayata yansıyan tek düzelik bu ilişkilerin yabana atılamaz bir yanıdır. 

Evli ve üç çocuk babası olan Kaplani, şiir çalışmaları, yanı sıra kaset hazırlıkları ve genç sanatçıların eğitimiyle bu çizgideki yaşamını sürdürmektedir.

 

KARACAOGLAN

Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğinde çığır açmıştır.

   1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy'da yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler. Bazıları da Osmaniye ili Düziçi  ilçesinin Farsak köyünde doğduğunu söylerler.  Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Bir başka söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Batı Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke, Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir menkıbeye göre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup, yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır.

      Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kazanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi.

      Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır.

      Karacaoğlan Osmanlı Devleti'nin iktisadi bunalımlar ve iç karışıklıklar içinde bulunduğu bir çağda yaşamıştır. Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı, yurt edindiği doğa oluşturur. Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile birleşerek âşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının 17.yy'da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri, çaresizlikleri, şiirinde yer almaz.

      Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüş özellikleri görülür.

      Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır.

      Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir.

      Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili kavramını, âşık şiirinin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir.

      İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur.

      Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır.

      Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazmûnlara çokca başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli öğelerdir.

     Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur.

      Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş, şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18.yy ve şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19.yy şairlerinden de Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşilabdal'ı etkilemiştir. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden R.T. Bölükbaşı, F.N. Çamlıbel, K.B. Çağlar, A.K. Tecer ve C. Külebi, Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir.

Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.