OZANLARIMIZIN BİYOGRAFİLERİ
ABDULLAH PAPUR
DOĞUMU : 1945 yılında Divriği' de doğmuştur.
Sivas-kangal'a bağlı iğdeli köyünden yetişmiş olan
ozanımız küçük yaşlarda bağlama çalmayı ögrendi. Önce aşıklık
geleneğinde usta malı türküler söyleyen Papur, sonraları kendi
türkülerine ağırlık verdi. Türkiye'nin birçok yerini dolaştı. 1970'li
yıllardan itibaren toplumsal konulara yönelen Papur bu dalda da birçok
eser verdi. Fevkalede harika uzunhavalarıyla, halk muziğindeki kâmilliği
herkes tarafından kabul edilmiş, anadoluda en az bir Refik Başaran ya da
Mahzuni Şerif kadar tanınan, mühim mahalli ozanlarımızdandır.
ÖLÜMÜ : 1989 yılında aramızdan ayrıldı.
ALBÜMLERİ : Gardiyan - Kara Tren - Gaflet Uykusu -
Bulut Kat Kat Olmuş - Göçme Gardaş ...
ALI EKBER ÇİÇEK
1935
Erzincan Ulular Köyü dogumlu Ali Ekber Çiçek, babasini 1939 Erzincan depreminde
yitiriyor ve çok küçük yaslarda rençberlik yapmaya basliyor. Bu arada baglamayi
ögreniyor ve cem toplantilarinda kulagi Alevi deyisleri ve ezgileriyle doluyor.
Ilkokul ögreniminden sonra maddi olanaksizliklar sonucu ögrenimini sürdüremiyor,
ancak agir yasam sartlarina karsin müzikten hiç kopmuyor. Müzik aski agir
basinca Istanbul'a göç ediyor ve halk müziginin önemli isimleriyle tanisyor.
Vatani görevi sonrasi radyoya giriyor ve 35 yili askin bir sürede 400'den fazla
yapiti yorumlayarak genis kitlelere ulastiriyor.
Halen TRT arsivlerinde ustanin 54 kaseti oldugu söyleniyor. Birçok
ülkede konserler ve üniversitelerdeki sohbetler araciligiyla bu topraklarin
sanatini dünyaya tasimaya çabalamis Ali Ekber Çiçek, bir kaynakta yolunu söyle
özetliyor:
''Gerçekleri göstermek, gerçege kavusmak ve gerçegi oldugu gibi
insanlara anlatmak için çalismis bir insanim. Cahilden uzak, kâmile yakin oldum;
büyüklerime saygi ile, küçüklerime sevgiyle yaklastim. Konusulan her kelâmi
ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu
icraatim boyunca hiçbir maddi menfaat saglamadan, insanlarin duygularini
sömürmek gibi bir yanlisliga meydan vermedim.
ALI ERCAN
Ali Ercan, 1931 yılında
Niğde'ye bağlı eski adı Ferbenk yeni adı İçmeli köyünde doğdu. Altı yaşında
annesi Fatma'yı, yedi yaşında babası Ahmet'i kaybetti. Sekiz yaşından itibaren
çalıp söylemeye başladı. Zamanla çevresindeki saz ve halk şairlerinden
öğrendikleriyle beste yapmaya, bağlamasını daha iyi çalmaya
başlıyor.
Onsekiz yaşında İstanbul Radyosunun açtığı sınavı
kazanır ve burada çalışmaya başlar. Bir süre sonra ücretinin azlığı nedeniyle bu
görevinden ayrılır ve serbest olarak çalışmaya başlar. Asker ocağında yurdun
farklı yerlerinden gelen, bağlama çalan ve türkü söyleyen insanlarla tanışma
imkanı bulur. Dolayısıyla askerde iken ufkunu genişletir ve bilgisini oldukça
artırır.
1951 yılında evlenir ve daha sonra Mustafa, Ahmet
adında iki erkek ve Feza adında bir kızı olur.
1962 yılında "Karakaş Gözlerin Elmas" türküsü ile tüm
yurtta tanındı. 1964 yılında ilk plağı olan "Adana'ya bir kız geldi gördün mü"
yü çıkardı. 1965 yılında hazırlamış olduğu "Karakaş Gözlerin Elmas ve Niğde
Türküleri" kitabı Niğde il basımevi tarafından basıldı. Aralarında "Karakaş
Gözlerin Elmas" ve "Adaletin Bu Mu Dünya" nın da olduğu 300 kadar eseri
mevcuttur.
ali onur
mayıs 2003
ALI
KIZILTUG
1944 yılında Sivas ili Divriği ilçesi Mursal köyünde dünyaya geldi. 1958 yılında
bağlama çalmaya başladı. Bağlamaya ilişkin temel bilgileri köyünde bulunan Abbas
ustadan öğrendi. İlk yıllarda başka aşıkların eserlerini ve yöresel türküleri
seslendirdi.
1969 yılında ilk plağı olan "Asrı gurbet harab etmiş
köyümü" çıktı. Bugüne kadar 103 plak ve 87 kaseti yayınlandı. 2160 eseri
bulunmakta ve bunların 550 tanesi başka sanatçılar tarafından seslendirildi.
1969 dan bu yana sadece kendi eserlerini
seslendiriyor. Eserlerini hazırlarken genellikle
önce şiir olarak yazıp sonra onları besteliyor. Ancak doğaçlamada çalıp
söylüyor, 1971 yılında İstanbul Tepebaşında yapılan ve tüm ozanların katıldığı
bir atışma yarışmasında birinci seçildi.
Geçim sıkıntısı nedeniyle göç etmek zorunda kalır ve
1973 de Ankaraya yerleşti.
Aşık Veysel ve Aşık Mahzuni onu en çok etkileyen
aşıklardır.
Uzun sap bağlama çalıyor ve bağlamasını hüseyni
düzenine akort ediyor.
"Baykuşlara kalan köy" ve "Sorma efendim" adında iki kitabı yayımlandı ve
diğer eserlerini de 10 cilt kitap halinde yayınlamayı düşünmektedir.
Memur emeklisi ve 4 çocuk babası olan Ali Kızıltuğ
halen Ankara'da ikamet etmekte ve kendisini şöyle özetliyor: "Ne yarimden
vazgeçtim, ne sazımdan vazgeçtim, ne de vatanımdan vazgeçtim. Nasıl Mursal'dan
geldiysem, o nazlım, sefil, tertemiz bir köylü çocuğu isem şimdide aynıyım...".
ali onur
Ekim 2002
AŞIK ALI
IZZET
Şarkışla’lı Ali İzzet Özkan adından çokça söz edilen bir halk ozanımızdır. 1902
yılında Şarkışla’nın Üğük köyünde doğdu. Belli bir öğrenim görmedi. Aşık Sabri
den saz dersleri aldı. Ve küçük yaşlarda aşık oldu. 22 yaşlarında Adana'ya
giderek Çukurovalı aşıklarla karşılaşmalar yaptı. Uzun yıllar yurdun çeşitli
yerlerinde gezip dolaştı. Pek çok şiir söyledi. 500'ü aşkın şiiri vardır ve
şiirlerini zaman zaman çıkardığı kitaplarda toplamıştır. Bazı türküleri de
sanatçılar tarafından plağa okundu. Bunlar arasında “Şu Sazıma Düzen Ver,
Mühür Gözlüm". Ali İzzet Özkan Konya da yapılan Türkiye aşıklar bayramına
katılmıştır. Aşık 1981 yılında bu dünyadan göçüp gider.
AŞIK BEYHANI
Beyhani Erzincan'ın Çayırlı ilçesine bağlı Eski Esperek, yeni adıyla Verimli
köyündendir. 1933 yılında bu köye çok yakın Gamga köyünde doğdu. Babası Hüseyin,
anası İbrahim kızı Gülizar'dır. Beyhani'nin asıl adı İbrahim'dir. çocukların en
büyüğüdür. Sırasıyla ana baba bir Ziynet, Hüseyin, Ahmet ve ana ayrı Ali Hıdır
adlı dört kardeşi vardır. Ana Gülizar, ozan gönüllü doğuşlu deyişleri olan sesi
güzel bir anadır. Denebilir ki, Beyhani özelliğini anasından almıştır. Beyhani
okumayı, ilmi, Kur'an-ı köylerindeki alimlerden İsmail Efendi ve Cafer Ağa'dan
öğrenmiştir.
Beyhanilerin köyüne o dönemlerde sık sık gezici ozanlar gelmekte imiş. Bu
ozanlardan en çok ildeşi ve tanıdığı Davut Sulari'ye ısınmıştır. Bir de aynı
köyden olan Nişani adlı ozana yakınlaşmıştır. Beyhani'nin ilk saz ustası çok
güzel kabak kemençe ve bağlama çalan amcası Rıza Efendi'dir. Sazda ustalaşması
Davut Sulari ile olur. Beyhani 14 yaşında iken babası, yanına iki ozan katar,
birlikte Suriye, İran ve Irak'ı dolaşırlar. Aç-susuz kalarak 9 gün yalnız hurma
ile geçinirler. 2 yıl sonra döndüklerinde, Beyhani gelişmiş, ağırlaşmış ve iyice
ustalaşmıştır. Kendisine "nedir bu durum'' denildiğinde ise şu cevabı
vermektedir: ''Aşıklık, bir dad-ı haktır, bakmayın gerisine''.
1954 yılında halasının kızı Aslı ile evlenmiştir. Bu evlilikten Kenan, Selvi,
Nazlı ve Nazan adlı 4 çocuğu vardır. 1956 yılında askere gider. 1960'dan sonra
da İstanbul'a yerleşir. Beyhani sağlığında sık sık Hacı Bektaş ve Pir Sultan
Abdal gecelerine katılırdı. 1971 yılında mafsal romatizması teşhisi ile Şişli
Etfal Hastahanesine yatırılır. Ağrılarının dinmemesi üzerine kaplıcalara girer,
köyüne gider, geri döner, fakat ağrıları hala dinmemiştir. Bu kez Amerikan
Hastahanesine yatırılır. Böbrek üremesi olduğu anlaşılmıştır.
17 Ağustos 1971' de 38 yaşında iken ölür. Mezarı Kağıthane'de dir.
AŞIK DAIMI
(İsmail Aydın)
Dogum yeri: Istanbul
Dogum Tarihi: 1932
Asil adi Ismail Aydin olan Asik Daimi aslen
Erzincan'in Tercan ilcesindedir. Ali Babaogullari'ndan
Baba Daimi, Birinci Dunya Savasi siralarinda Istanbul'a
goc etmistir. Iki dedesi saz sairi olan Asik Daimi
kolayca saz calmayi ve soylemeyi ogrendi. Bir sure sonra
kendi eselerini calip soylemeye basladi.
Istanbul'dan ayrilip baba diyari Erzincan'da bir sure
kalan Daimi, 1950 yilinda evlendi ve bu evlilikten iki
kiz iki erkek cocugu oldu. 1962 yilinda tamamen
Istanbul'a yerlesti.
TRT Genel Mudurlugunun actigi sinavi kazanarak
kurumda gorev yapti. Yurtici ve yurtdisi konserler
verdi. Ne Aglarsin, Bir Seher Vaktinde, Seherde Bir
Baga Girdim gibi bilinen eserlerin yaratisi olan
Daimi 17 Nisan 1983 yilinda aramizdan ayrildi.
AŞIK HARABI
Dogum yeri: Istanbul
Dogum Tarihi: 1853
(EDİP) HARABİ (1853 - 1917)
1853 yılında Istanbul'da dogan Harabi’nin asıl adı
Ahmet Edip'tir. Harabi sonradan şiirlerinde kullandıgı
mahlastır. Bazı şiirlerinde adı Edip olarak geçer.
Bahriye Birlik katibi olan Harabi ömrünü Istanbul ve
Rumeli'de geçirmiştir. 17 yaşında Bektaşilige giren
Harabi dünyadan göçüş yılı olan 1917'ye kadar bu yolun
sadık bir bendesi ve yılmaz bir savaşçısı olmuştur.
Tasavvufla tasavvuf üstadlarinin eserleri ile yakından
ilgilenmiş, hece ve aruzla yazdıgı veya irticalen
söyledigi deyişlerle koca bir divan meydana getirmiştir.
Yunus'un sevgi ve birlik duygusuna, Nesimi'nin
sertligine, Kaygusuz'un hiciv ve istihzasına, Pir
Sultan'ın cesaretine bu dünyadaki deyislerde bol bol
rastlamak mümkün.
DİVANI :
Harabi'nin kendi elyazısı ile meydana getirdigi divan
570 sahifelidir. Bu divanı inceleyen Nejat An
arkadaşımız şöyle yazıyor: "Edip Harabi Divanı
Istanbul'da Süleymaniye kütüphanesinde, Ihsan Mahfi
kitapları arasında 98 numarada kayıtlı bir yazmadır.
Şiirlerin yazılı oldugu defter arada bir sahifeleri
baska renkte olan, ilk otuz sahifesi dıs kenarından fare
yenigine ugramış, kalın bir defterdir. Şiirler gelişi
güzel bir sırayla yazılmıştır. Sonda bir fihrist var. Bu
fihristte, şiirlerin ilk mısraları ile, bunların
hizalarında: aşıkanedir, rindanedir, hezeldir, nefestir,
kafiranedir, mersiyedir, hicvamizdir, felekten
şikayettir, vahdet-i ilahidir, berayi latife
söylenmiştir, hakimanedir, duadan ibarettir... gibi
izahlar var.
Şiirleri aruzla ve hece ile yazılmıştır. Şairin bu iki
vezne de çok alışık oldugu hakimiyetinden anlasılıyor.
Uyakları kimi zaman göz için, kimi de kulak içindir.
Rediflere ragbeti vardır. Nazım şekillerini maksadına
göre seçmekte ustadır.
Edip Harabi, tasavvuf konularında oldugu kadar hiciv
alanında da usta ve tecrübeli bir şairdi. Hicviyelerinin
üstünde, kime niçin ve ne zaman yazıldıgını gösteren
notların bulunması; onların ilginçligini artırmaktadır.
Bu arada şairi costuran, kızdıran sebeplerin belli
olması, onun hayatı hakkında da epey bilgi vermektedir.
YENİDEN DOGUŞ
Harabi bütün Bektaşiler gibi yeniden doguşa ermiş ve
hayatına yeni bir yön vermiştir. Bu doguş 17 yaşında
olmuştur:
Berzahtan kurtuldum çıktım aradan
Onyedi yaşında dogdum anadan
Muhammed Hilmi Dede Babadan
Çok şükür hamdolsun geldim imkane
Çok genç yaşında, Merdiven Köyü Bektaşi Tekkesi'nde
M. A. Hilmi Dede Baba'ya ikrara verip tarikate giren
Harabi hayatının sonuna kadar bu ikrara sadık kalmış,
şiir ve nefesleri ile Bektaşi edebiyatının en kudretli
ustadlarından biri olmuştur.
Bektaşi olmadan önceki halini şöyle anlatır:
"Abdestimi alir, taştan duvara karşı bir kalkar bir
yatardım. Savmı salatı bırakmazdım. Cennetle huri,
gılman sevdası vardı gönülde. Beş vakte beş katardım,
çok namaz kılardım, camileri gezerdim. Allaha vasıl
olmak böyle olur sanırdım."
HARABİ İLE İLGİLİ YAYINLAR
- Harabi ilk şiirlerini Saadet Gazetesi'nde
yayınlamaya başlamıştır. Yayınlanmış veya yayınlanmamış
şiirleri Bektaşiler arasında çabucak yayılmış,
bestelenmiş, sazla ve sözle Türkiye'nin her tarafında
söylenir hale gelmişstir. Izmir'li Hüseyin Hüsnü
Erdikut Baba'nın yazdıgına göre Rıza Tevfik'in
de mürşidi olmuştur.
Harabi hakkında ilk defa geniş bilgi veren ve onun
şiirlerinden mühim bir kaç numune yayınlayan
Saadettin Nüzhet Ergun olmuştur. 1930 yılında devlet
matbaasında basılıp Maarif Vekaletince yayınlanan
Bektaşi Şairleri adındaki kitabın 79-115 sayfaları
Harabi'ye ayrılmıştır.
Saadettin Nüzhet Ergun'nun bu kitabı sonradan Maarif
Kütüphanesi tarafından Bektaşi-Kızılbaş-Alevî
Şairleri ve Nefesleri adı ile yayınlanmış ve 2 basım
ve 3 ciltte 251-265 sayfalar Harabiye ayrılmıştır.
1950 yılında, Izmir'li H. Hüseyin Erdikut "Edip
Harabi'nin Divanı" adı ile 74 sayfalık bir kitap
yayınlamıştır. Bilgi Matbaası'nda basılan bu
kitaptaki kısa ön sözünde Harabi'den söz açarken
rahmetli Hüseyin Hüsnü baba şöyle yazmaktadır:
"Vaktiyle bu fakire hediye etmiş oldugu kendi elyazisi
ile divançesinde 115 kadar es'ari mevcut oldugundan ve
şimdiye kadar bu zatın eserleri pek az neşredildiginden,
ihvani basafaya ve muhterem okurlara küçük bir hizmette
bulunmak ve muhterem şairin ruhunu şad etmek maksadiyle
bu vazifeyi mukaddesaddederek işbu divançenin tab ve
intisarina haddim olmayarak cür'eteyledim."
Kaynak: HARABİ VE DEYİŞLERİ, (Haz. Sefer Aytekin,
1959)
AŞIK HÜDAI
Dogum yeri: Kahramanmaraş -
Göksün - Yoğunoluk Köyü
Dogum Tarihi: 1940
Asıl adı Sabri Orak'tır. 11 yaşında irticalen
şiir söylemeye başlayan Hüdai, yaşlı ve usta aşıkların
yanında kendisini geliştirmiştir. Küçük yaşta babasını
kaybeden Hüdai okuma yazmayı askerliği süresince
öğrenir. Askerden geldikten sonra bir müddet pamuk
tarlalarında ırgat olarak çalışır.
Şiirlerindeki güzellik, ozanlık yönünde kendisinin
önünde yeni yollar açar. 1968 yılında Konya'da yapılan
aşıklar Bayramında birinci olarak Fuzuli ödülünü
alır. 1969'da atışma ve şiir dallarında ikinci olarak
Dadaloğlu ve Yunus Emre ödüllerini kazanır.
İnsanın iç dünyasını kendine has bir üslupla yorumladığı
şiirleri ve tasavvuf konulu şiirleri takdire değer bir
ustalık taşır.
Bir cok eseri Arif Sağ, Musa Eroğlu ve pek çok
değerli sanatçı tarafından kasetlere okunmuştur. Bilinen
eserleri arasında Duygular Dönüştü Söze, Bütün Evren
Semah Döner ve Gönül Çalamassan Aşkın Sazını
sayılabilir.
Muazzam bir hafızası ve şiir okuma yeteneği olan
Hüdai tartışmasız yaşayan en büyük ozanlarımızdandır.
Not : Aşık Hüdai, 22 Kasım 2001 Perşembe günü
Ankara'da vefat etmiştir. Değerli ozanın bir süredir
şeker hastalığından rahatsız olduğu biliniyordu.
Ailesine ve kendisini hiç unutmayacak sevenlerine
başsağlığı dilerim.
AŞIK IBRETI
Dogum yeri: Sarız - Kayseri
Dogum Tarihi: 1920
Asıl adı Hıdır Gürel olan Aşık
İbreti'nin dedeleri Malatya'nın Akçadağ
ilçesinden kalkmış, Kayseri'nin Sarız
ilçesıne bağlı Kırkısrak köyüne gelip yerleşmiş,
babasının adı Ali annesinin adı Sultandır. Babası o
günün zor koşullarında, at sırtında köy köy dolaşıp
meyve ve öteberi satarak geçimini sağlarmış. Rumi 1336,
miladi 1920 doğumlu olan Aşık İbreti'ye Hıdır adı
konulmuş. Üç yaşına gelince annesini kaybetmiş ve öksüz
kalmış, babası evlendiği Hatice isimli ikinci annesinden
Ali, Rıza, İbrahim, Sultan, Meryem, adlarında beş
kardeşi dünyaya gelmiş. Bunlar halen hayatta olup
yaşamlarını İstanbul'da sürdürmektedir. İbretı henüz
onyedi onsekiz yaşlarındayken evlenir, hanımı teyzesinin
kızı Sultandır. Köşkerlik (ayakkabı tamirciliği) yapar
ve giderek ayakkabı üretimiyle geçimini sağlar.
Askere gider 3 yıl askerlik yapar askerde iken babasını
kaybeder. Askerlik dönüşü Maraş'ın Afşin ilçesine
giderek onsekiz gün gibi kısa bir zamanda biçki, dikiş
öğrenen İbreti Sarız'a döner bu sanatını da onsekiz yıl
devam ettirir. Bu arada saza söze büyük ilgi duyar okuma
merakı artar. Geceleri gaz lambasının ışığında sabahlara
dek okuduğu günler olur kendini yetiştirir.
İbreti, bu gayretli çalışmasının yanı sıra peş peşe altı
çocuk sahibi de olur, sırasıyla Sultan, Haydar, Hüseyin,
Hıdır, Kemal, Gülbeyaz, İbretinin hanesinde yer alır.
Ancak kendi adını taşıyan Hıdır henüz 34 yaşında 1992
yılında, eşi Sultan 2000 yılında, büyük oğlu Haydar 2001
yılında hakk'ın rahmetine kavuşurlar. Diğer
çocuklarından Hüseyin İstanbul'da, Sultan
Almanya/Altınoluk'ta, Kemal Kanada'da ve Gülbeyaz
İngiltere'de yaşamlarını sürdürürmektedir.
Çok çocuklu İbreti, geçim darlğı çektiği için çeşitli
mesleklere atılır. Saz yapıp satmak, diş çekmek,
madencilik, en son fotoğrafçılık gibi işler yapar.
Madencilikte yaptığı kazılarda yüzde seksen isabet
kaydetmesine karşın ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu
işi sürdüremiyor. Bulduğu krom, gümüşlü kurşun,
madenleri toprak altında kalıyor. Son olarak
fotografçılık hizmeti yapmakta olan İbreti Sarızda
elektrik olmadığı için işini zor sürdürüyor.
Daha sonra Elbistana göçüyor, burada
fotoğrafçılık mesleğini sürdürürken 1967'de patlak veren
Elbistan Olayında Alevilere saldıran fanatik bir
gurubun saldırısından İbreti de nasibini alıyor. Dükkanı
tahrip ediliyor kendisi ise canını zor kurtarıyor tekrar
Sarıza donüyor ancak geçim darlığı nedeniyle İstanbula
göçüyor ve 5 Kasm 1976 tarihinde Hakk'a yürüyor.
AŞIK MAHZUNI SERIF
Dogum yeri: Kahramanmaras - Afsin - Bercenek köyü
Dogum tarihi : 1938
Namına 20. yüzyılın Pir Sultanı dedirtecek
kadar halkının takdirini kazanan Mahsuni ilk eğitimini
Berçenek'te okul olmadığı için Elbistan'ın Alembey
köyünde, Lütfu Efendi Medrese'sinde Kuran kursunda alır.
Eski Türkçe okuyup yazmayı orada öğrenir. 1956'da kendi
köyüne gelen ilk okuldan mezun olur ve Mersin Astsubay
Okulu'na girer. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik
Okulu'nu bitirir. Başarılı derleri Kuleli Askeri
Lisesine gitmeyi elverirken, karşı çıkışları ve Alevi
olması sebebiyle ordudan ihrac edilir.
1961 yılından itibaren kendini saza ve söze verir,
yüzlerce kaset ve plak yapar. 1998 yılında dünyanın
yaşayan üç büyük ozanı arasında en büyüğü olarak
değerlendirilir.
Aşıklık yoluna çıktığı günden beri din, milliyet, ırk
ayrımı gözetmeksizin ezilenin yanında yer almayı
kendisine ilke edinir. Yeri geldiğinde Amerika'nın,
baskıcı devletin veya örümcek kafali zihniyetlerin
karşısına dağ gibi dikilir ve onları sazı, sözü ile
yargılar.
Türkiye'nin bir türlü bitmek bilmeyen buhranlı
günlerinde başına gelmedik kalmaz. Tutuklanır, işkenceye
maruz kalır, evi kurşunlanır, yakılır ama bunların hiç
biri Mahsuni'yi yolundan ayırmaz.
1960'lı yıllarda Halk edebiyatına sazı ve sözü ile
adeta bir bomba gibi düşer ve etkisini sonsuza dek
sürdürecek eserler üretmeye durmadan devam eder. Halk
müziği sanatçıları tarafından sayısız eseri plaklara,
kasetlere, CDlere okunur. Eserleri dillerde bir marş
gibi söylenir. Sözlerindeki derinlik ve ustaca yorumlar
kendisini her eserinde biraz daha yüceltir.
AŞIK MELULI (Latife)
1892 - 14 Kasım 1989. Afşin’in Kötüre köyünde doğdu. Asıl adı Karaca Erbil’dir.
7-8 yaşlarında köyündeki bir hocadan Arapça okuma yazma öğrendi. 10 yaşlarında
Afşin’de Ermeni aile dostlarının yanına gönderildi. 20 yaşlarına dek Ermeni
okulunda eğitim gördü. Arapça, Ermenice, matematik ve edebiyat dersleri aldı.
Şiir ve edebiyata ilgisi de daha çok bu dönemde gelişti. Yöresindeki birçok
aşığın yanı sıra, kaynaklara geçmiş başka aşıkların da şiirlerini öğrenerek
kendini geliştirdi.
Varlıklı bir insan olan babasının haksızlıklarına
dayanamayarak eşiyle birlikte köyünü terk etti. Ortadoğu’nun çeşitli yerlerini
dolaştı, değişik insanlarla ve aşıklarla tanıştı.
Aşık Meluli, şiirlerinde insan ve sevgi öğesini öne
çıkardı. Ancak politik taşlamalardan tasavvufa dek her konuyu ele aldı.
Birçok sanatçı tarafından bestelenen şiirlerinin bir
bölümünü Latife mahlasıyla yazan Meluli’nin eserleri değişik gazete, dergi ve
araştırmalarda yer aldı.
Meluli’nin yaşamı ve şiirlerine ilişkin ayrıntılı bir
araştırma, torunları Latife Özpolat ve Hamdullah Erbil tarafından »Melûli
Divanı ve Aleviliğin, Tasavvufun, Bektaşiliğin Tarihçesi« (1992) adıyla
yayımlandı.
Bekir
Karadeniz
1900'den 2000'e Halk Şiiri
AŞIK SÜMMANI
Sümmani'nin gerçek adı
Hüseyin olup, babası Kasımoğulları'ndan Hasan'dır. 1861
yılında Erzurum ili, Narman ilçesi, Samikale Köyü'nde
doğmuştur. Kendileri bu köye Kafkaslar' dan
gelmişlerdir. Babası köyde çobanlıkla geçimini
sağlamakta idi Hüseyin 10-11 yaşlarına geldiğinde,
babasıyla birlikte çobanlık yapmaya başladı. Hüseyin'in
genellikle danalarını otlattığı yer Ablaktaş'tır: Bir
gün Şekerli Düzü' ne hayvanlarını otlatmaya tek başına
gider. Hüseyin, kendisine doğru bir atlının geldiğini
görür. Atlı, Hüseyin'e selam verir ve adını öğrenmek
ister. Çok aç olduğunu söyleyip ondan ekmek ister.
Köylerinde nerede misafir olabileceğini sorar. Hüseyin
üç arpa ekmeğinin yarısını atlıya verir. O' nun bu
cömertliği hoşuna gider ve der ki:
-Oğul, sana bir dua öğreteyim. Bu duayı kırk gün
okuyacaksın. Yalnız yüz tane taş say, cebine koy. Her
okuyuşta bir taş atarsın. Duayı kırk gün okur ve son gün
Ablaktaş'a gider. Babası ise Cuma namazını kılmak için
köyde kalır. Ablaktaş'taki çeşmenin yanında hayvanlarını
otlatmaya bırakır. O da namaz kılmaya niyetlenir. Daha
önce babasıyla burada namaz kılarlarmış Namaz vaktini
anlamak için de kendilerine bir taş tespit etmişler.
Güneş taşa isabet ettiği zaman öğle vakti olduğunu
anlarlarmış, O gün de babasıyla yaptığı gibi kendisine
taşı nişan eder ve Güneş'e bakarken uykuya dalar.
Uykusunda, çeşmenin başında kırk yeşil güvercin görür.
Güvercinler birden kaybolur ve karşısında üç derviş
belirir. Dervişler Hüseyin'e abdest aldırırlar ve
birlikte namaza dururlar. Hatta bir dörtlüğünde der ki:
Vardım saf saf olup durmuş divana
Ben de el bağlayıp geçtim bir yana
Meylimi bağladım gari sübhana
O güzel Allah'ı gözler gözlerim...........
Daha sonra Hüseyin'i ortalarına alıyorlar. Hüseyin
bakıyor ki. dervişlerden birinin elinde bir tabla, üç
dolu bardak var. Derviş, bunları Hüseyin' in önüne
getiriyor ve
-Hüseyin, bu şerbetlerden bir tanesini iç bakalım.
diyor. Hüseyin bardakların içindekileri şerbete
benzetemiyor. Kendisini kandırdıklarını. Ona içki
içireceklerini sanıyor. Ne kadar zorluyorlarsa da
içmiyor Bunun üzerine birisi Hüseyin'in ellerini
tutuyor. birisi de parmağını bardağa batırıp Hüseyin'in
ağzına sürüyor. Tam bu esnada Hüseyin uykudan uyanıyor.
Bakıyor ki, ne derviş var ne de şerbet. Fakat ağzında
İnanılmaz bir lezzet hissediyor.
- Öylece bir daha uykuya dalıyor. Uykuda yine karşısına
dervişler çıkıyor Tam eline bardağı alıp içmeye
hazırlanıyor ki, dervişler şôyle diyor:
-Oğul, buna aşk badesi derler. Sevdiğin kız aşkınadır.
Kızın adı Gülperi'dir. Bedahşah kentinde Şah Abbas'ın
kızıdır. Sen Onun. O da senindir. Birbirinize aşık
maşuk'sunuz. Dervişlerden biri Gülperi'nin cemalini
gösterir. Üç bardak Hüseyin'e. üç bardak ta Gülperi 'ye
verirler. Yeşil mürekkeple yazılı bir kitap okuturlar.
Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek.....
Hüseyin uykudan uyanır ki, ne Gülperi Han var ne de
dervişler. Danaları da göremeyince köyün yolunu tutar.
Köye varmaya yakın bir atlıyla karşılaşır,
-Hüseyin, korkma oğlum, sen ereceğine erdin. Bundan
sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için
haram, der. Sümmani, anlam olarak "Sonuncu, sona ait"
demektir.
Hüseyin köye varınca annesini,. babasını uyandırır.
Babası da ertesi sabah. köylülere, çobanlığı
bıraktıklarını söyler. Aradan otuz kırk gün geçer,
günler geçtikçe aşkı da ziyadeleşir. Herkes. Onun
hastalandığını, cin'e; peri'ye karıştığını sanır. O
zamanlar sıra geceleri düzenlenirmiş. Bir akşam babasına
yalvarır. gecelere katılmak İstediğini söyler. Babası da
dayanamayıp götürür. Sıra Sümmani'ye gelince. bazı
kimseler, O'nun çocuk olduğunu söyleyerek atlamak
İsterler. Köylülerin teklifini kabul etmeyerek, türkü
söylemek istediğini belirtir ve söze başlar:
Uyandım gafletten oldum perişan
Bir nur doğdu alemler oldu ürüşan
Selam verdi geldi üç-beş dervişan
Lisanları bir hoş sedasın tek tek
Lisanları bir hoş eyler avazı
Onlarda mevcuttur ilm-ü el fazı
Dediler: Vaktidir kılak namazı
Aldılar abdestin edasın tek tek
Aldılar abdesti uyandım habran
Aslımız yapılmış hak ü turabtan
Üç harf okuttular yeşil yapraktan
Okudum harfini noktasın tek tek
Okudum harfini zihnim bu!andı
Yalelerim göz göz oldu sulandı
Baktım çar etrafa kadeh dolandı
Nuş ettim kırkların mahlesin tek tek
Nuş ettim badesin gördüm rengini
Tam on sekiz saat sürdüm cengini
Yar yüzünde saydım üç beş bengini
Halhalın altında hırdasın tek tek
Dediler: Sümmani gel etme meram
Adamı çürütür dert ile verem
Sen içün dünyada kavuşmak haram
Hüdam böyle salmış kalemin tek tek
Koşma bitince köylüler şaşırır. Onun badeli Aşık olduğu
anlaşılır. Fakat henüz saz çalmasını bilmemektedir.
Babası ile bir gün Erzurum ' a giderler. Burada aşık
kahvelerine devam eder. Sazın perdelerini ve tezene
tutmasını öğrenir. Her akşam köylüyü toplayıp saz çalar.
Günler ayları, aylar yılları kovalar Sümmani köyde
duramaz ve sevdiğini aramaya karar verir. Önce
KafKaslar'a. oradan İran'a gider. İran- Turan illerini
dolaşır. Bedahşah'ı tanıyan, Gülperi'nin adını duyan bir
Allah kuluna rastlayamaz Hint, Afgan topraklarına gider.
Onun bir gurbeti yaklaşık beş yıl sürmüştür. Günlerden
bir gün rüyasında pirini görür. Piri O'na Kırım'a bir
geziye çıkmasını söyler. Sümmani yanına sofusunu alıp
Kırım yolculuğuna çıkar Kışı Kırımda geçirir. Yaz
gelince tekrar köyüne döner. Artık şair, hareket
kabiliyetini yavaş yavaş kaybederek duraklama dönemine
girmektedir.
Devrin büyük şairlerinden Erbabi'yi mat eder. Başarıları
Erzurum Valisinin kulağına kadar gider. Bir süre sonra.
Sümmani Pasof'a gider. Aşığı oradan Suskap köyüne
Zülali'nin yanına götürürler. O sırada ünü Kars'ı,
Ardahan'ı, Erzurum'u kaplamış olan Aşık Şenlik'te
oradadır. Üçünden bir atışma İsterler. İlk sözü Sümmani
söyler:
Adem Sefiyullah makam-ı peder
Cennet' te ihvan bir kere düştü
''Sürün'' dedi, mollam takdir-i kader
Cennetten dünyaya bir kere düştü
Şenlik: Hışm-ı nar içinde gülüstan gözü
İbrahim Safa'ya bir kere düştü
İsmail' e gelen koç kurban kuzu
Cennet'ten Mina 'ya bir kere düştü
Zülali: Türaptan bir avuç hak aldı kaddes
Bu
zemin Ierzeye bir kere düştü
Beytullah yerine Beytü'l Mukaddes
Kuruldu
Kabe'ye bir yere düştü
Sümmani'nin esas amacı, Şenlik ile meydan edilmekti.
Günün birinde yine Samikale köyünden, Sefili isminde
birisi, Aşık Şenlik'in yaşadığı. Kars'ın Çıldır
ilçesinin Suhara Köyü'ne gider. Kendisini Aşık Sümmani
olarak tanıtır. Fakat mat olup, sazını bırakarak köyüne
geri döner. Bu olaydan hemen sonra Aşık Şenlik,
Ardahan'a gider. Aşık Sümmani ile Ahmet Onbaşı da
Şenlik'İn köyüne gelirler Orada. yöre İçinde önemli bir
konuma sahip olan, Haşimoğulları 'ndan Celal Bey ve
Şerif Bey'le karşılaşırlar. Her ikisi de, bir süre önce
köye gelip kendisini Sümmani olarak tanıtan aşıktan,
Onun Şenlik'le yaptığı karşılaşmadan bahsederler. O
zaman, Sümmani kendi şanını kurtarmak için Aşık
Şenlik'le karşılaşmak istediğini söyler. Şenlik,
Ardahan'dan köye çağrılır. Neticede bir araya gelirler.
Hem tatlı tatlı sohbetler ederler hem de atışırlar.
Sonunda yenişemeyip, kardeş olduklarım ilan ederler.
Birkaç gün sonra köyüne geri döner. Fakat zaman
Gülperi'yi unutturamamıştır. Köylüleri ona rastlayıp
konuşturdukları zaman, O, şu şiirini söyler:
Ervah-ı ezelden levh ü kalemden
Bu benim bahtımı kara yazdılar
Gönül perişandır alev-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazdılar
Gönül gülşeninde har oldu deyu
Hasretlik ismimde var oldu deyu
Sevdiğim, sevdiğin pır oldu deyu
Erbab-ı garezler yare yazdılar
Dünyayı sevenler veli değildir
Canı terk edenler deli değildir
İnsanoğlu gamdan hali değildir
Her birini bir efkara yazdılar
Nedir bu sevdanın nihayetinde
Yadlar gezer yarin vilayetinde
Herkes diyarında muhabbetinde
Bilmem bizi ne civara yazdılar
Döner mi kavlinden sıdk-ı adıklar
Dost ile dost olur bağrı yanıklar
Aşk kaydine geçti bunlar aşıklar
Sümmani'yi ''Derkenara'' yazdılar
Aşık artık gerileme dönemine girmiştir. Bir gece
rüyasında Gülperi. işaret almadan gurbete çıkmaması
yolunda tembih eder. Bu duruma çok üzülür. Zaman zaman
Erzurum'a gidip gelmektedir. Erzurum da bulunduğu günler
kahvede otururken arkadaş ve dostları sözü eski
günlerden açıp. Sümmani'ye Gülperi ile olan aşkını
anlattırmak isterler. Artık ihtiyardır. Sazını eline
alıp şu şiirini söyler.
Tarih seksen dokuz on bir yaşımda
Cem başımda iş birer birer
On sekiz yıl sürdü yarin peşinde
Akıttım gözümden yaş birer birer
Görmedim dünyada bir şadlık demi
Geçti civan ömrüm, gülmem encamı
Her boyun sistemi, feleğin kahrı
Vurdu her taraftan taş birer birer
Sümmani'yim hani benim otağım?
Gün be gün, bulandı dalım, budağım
Devroldu devranım, çevrildi çağım
Döküldü dihenden diş birer birer
Bir gün gençliğini hatırlayıp aşk badesini içtiği
Ablaktaş'a gider. Çobanlığı bıraktığından beri buraya
hiç gitmemiştir. Orada oturur, uzun uzun düşünür, çalar,
söyler. Artık, sadece kahvelerde çalıp söylemektedir. Bu
sıralarda, Gülperi de Sümmani'den haber alamadığına
üzülmektedir. Bir gün Bedahşah 'tan tellal çağırttırır.
Sümmani'yi aratmak için iki kardeş görevlendirir
Sümmani'yi bunlara iyice tarif eder. Aradan günler,
ay!ar geçer İki kardeş Kafkas taraflarına gelirler.
Birden gözlerine bir adam ilişir. Adamlara Sümmani
adında birisi aradıklarını söylerler. Adamlar:
-Biz Onun akrabalarındanız. Sümmani yakında öldü.
Gülperi adında bir kızı sevmişti. Bu kızın aşkı için pir
elinden bade verilmişti. İşte o vakitten beri. Sümmani
Gülperi'nin aşığı olmuştur. Daha ölmeden bir kaç gün
evvel rüyasını görmüştü. Günlerce ağladı, son dakikasına
kadar Gülperi'nin acılarını çekti. Sonunda Ona hasret
gitti.
İki kardeş, Sümmani'nin ölümüne çok üzülürler. Köye
dönerler ve doğruyu Gülperi'ye söylemeye karar verirler.
Şah'ın sarayına yaklaşırlar, bakarlar ki bir cenaze
kalkmaktadır. Bu Gülperi'nin cenazesidir. Sümmani,
Samikale Köyü'nde, 5 Şubat 1915 tarihinde vefat
etmiştir.
Der Sümmani tamam oldu muhabbet
Biz varalım, siz olasız selamet
Kalktı bu karyeden çekildi kısmet
Göründü gözüme yol yavaş yavaş
AŞIK VEYSEL
SATIROGLU
Asik Veysel, hayatini anlattigi bir siirinde "Ücyüz-onda gelmis idim cihana"
diyor. Yil 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bagli Sarkisla ilçesinin Sivrialan
Köyünde dünyaya gelmis. Anasi Gulizar, bir yaz günü koy dolaylarindaki Ayipinar
merasina koyun sagmaya gittiginde; oracikta bir yol üstünde dogurmus Veysel'i.
Göbegini de kendi eliyle kesmis. Yaman kadinmis Gülizar ana. Bebesini bir çaputa
sarip yürüye yürüye köye dönmüs. Babasi Ahmet; bebenin adini Veysel koymus.
Yillar geçmis aradan büyümüs, konusmus, yürümüs Veysel çocuk. Böylece yedi
yasina varmis. O yil bir çiçek hastaligi salgini hastaligi olmus Sivasta, kücük
Veyselde yakalanmis. Sag gözüne de perde inmis, önceleri. Yalniz isigi
seçebiliyormus, bu gözüyle. Babasina "Çocugu Akdagmadeni'ne götür, orada bu
gözünü açacak bir doktor var." demisler. Sevinmis Ahmet emmi. Gel gör ki
talihsizlik yine yakasini birakmamis Veysel'in. Bir gün inek sagarken babasi
yanina gelmis. Veysel ansizin donuverince; yakinda bulunan bir degnegin ucu
öteki gözüne girivermis. O göz de akip gitmis böylece. Veysel'in Ali adinda bir
agabeysi ve Elif adinda bir kiz kardesi varmis. Hepsi çok üzülmüsler Veysel'in
kötü kaderine.
Babasi merakli adammis.
Halk ozanlarindan siirler okuyup ezberleterek avutmaya
çalismis oglunu. Sivas'in köyleri saz sairleriyle dolu.
Onlar da ara sira gelip Ahmet emminin evine ugrarlarmis.
Veysel ilgiyle dinlermis calip söylediklerini. Babasi,
oglunun ilgisini görünce; bir saz alip vermis ona. Ilk
saz derslerini, babasinin arkadasi olan Çamis'li Ali
Aga'dan almis. Ve gitgide, kendini iyice saza vermis
Veysel. Ünlü Halk ozanlarinin siirlerini çalip söylemis
bir zaman. Yirmibes yasindayken (1919) anasi, babasi
Veysel'i Esma adinda bir kizla evermisler ve kisa sure
sonra ikisi de göçüp gitmis bu dünyadan (1921). Aci
üstüne aci gelmis, ama bitmemis talihin kotu oyunu.
ikinci çocugu on günlükken, anasinin memesi agzina
tikanarak ölmüs, ardindan da karisi yanasmalariyla evden
kaçmis. Bu olay çok koymus Veysel'e. Daha dertli olmus
ve iyice içine kapanmis. Karisi koyup gittiginde bir
kizi varmis Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemis.
Iki yil kucaginda gezdirmis Veysel, ne çare o da
yasamamis. Bu siralar Veysel'i yeniden evermisler. Bu
karisi çocuk vermis Asiga. Biri olmus, iki oglan, dört
kiz, altisi sag. Onlar da 18 torun vermis Veysel'e.
Asik Veysel, Cumhuriyetin
Onuncu yil dönümüne rastlayan 1933 yilina kadar, baska
ozanlarin siirlerini çalip söylemis. Kendi deyislerini
söylemekten utanir, çekinirmis. O yillarda
sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanimis
Veysel'i. Onun isik tutuculuguyla Veysel'in siirleri
aydinliga kavusmus. Veysel; sairliginin gelismesinde
Tecer'in büyük yardimlarsni gördügünü söylerdi her
zaman. Veysel'in gün isigina çikan ilk siiri Gazi
Mustafa Kemal Pasa için söyledigi: "Türkiye'nin ihyasi
Hazreti Gazi" misrasiyla baslayan siirdir. Bundan sonra
bütün yazdiklarini calip söyler olmustu. 1933 yilina
kadar, köyünden disari hemen hemen hiç çikmadigi halde;
bundan sonra bütün yurdu dolasmis, yurdunun çesitli
sehirleriyle kasabalarini, köylerini yakindan tanimstir.
Halk ozanlarindan en çok Karacaoglan'i, Yunus'u,
Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çagimizin ozanlarindan Ahmet
Kutsi Tecer'in ayri bir yeri vardi Veysel'de. Onun
araciligiyla Koy Enstitülerinde bir sure saz
ögretmenligi de yapmisti Veysel. Sirasiyla Arifiye,
Hasanoglan, Cifteler, Kastamonu, Yildizeli, Akpinar Koy
Enstitülerinde bulunmustu. 1952 yilinda istanbul'da
büyük bir jübilesi yapilan Asik Veysel'e 1965 yilinda
Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli
Birligimize yaptigi hizmetlerden dolayi" özel bir
kanunla vatani hizmet tertibinden aylik baglamisti.
Veysel'in bir baska
özelligi daha vardi; köyünde ve çevresinde ondan önce
bir tek meyve agaci olmadigi halde, Sivrialan'da ilk
meyve bahçesini o yetistirmisti. Hem öyle bir bahçe ki,
içinde elmadan kaisiya, kirazdan cevize kadar turlu
turlu meyve ve çiçek vardi. Veysel, kardeslerinin
yardimiyla bu bahçeyi yapmaya basladigi zaman köylüleri
"Atalarimiz bunca yil böyle bir is yapmamislar, su kor
adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkisti?"
demisler. Birkaç yil sonra agaçlar yetismis, meyve
vermis. Köylüler önceki dediklerini hatirlayip
utanmislar ve bu defa "O kor degilmis, meger kor olan
bizmisiz diyerek Asik Veysel'i kutlamislar. iste
böylesine uzagi gören bir insandi o... Yetmis yil
karanlik bir dünyada yasadi (ölümü 21 Mart 1973). Fakat
karanlik gözlerindeydi yalniz, içi apaydinlikti,
siirleri de öyle... Halk siirimizin bu güçlü ozani yarim
yüzyili askin bir sure yazdiklariyla, calip
söyledikleriyle çevresine isiklar saçti. Sanirim simdi
de mezarinda son uykusunu isiklar içinde uyuyordur.
Yalniz çagimizda yasayanlar degil, bizden çok sonra
yasayacaklar da "Dostlar Beni Hatirlasin" siirini
unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardir.
yazan: Ümit Yasar Oguzcan
AŞIK ZÜLALI
Aşık Zülali Kars
ilimizin Posof ilçesinin Suskap köyünde bugünkü adı
(Aşık Zülali Köyü) 1873 yılında doğdu.
Üstün yetenekli bir aşık olan Zülali çocukluk
yaşlarından itibaren aşıklık geleneğinin bütün
gereklerini başarıyla yerine getirdi. Bu konuda
bilgisini. görgüsünü geliştirdi. Aşık Zülali aynı
zamanda badeli aşıklardandır. Kars 'ta ve çevrede usta
aşıklardan usul, erkan, yol belledi. İlk ustası Aşık
Abbas'dı. Aşık Şenlik, Aşık Sümmani gibi zamanın en usta
iki aşığıyla görüştü, onlardan nasibini aldı ve
mutluluğa erişti.
Aşık Zülali, halk edebiyatının aşıklık
geleneğinin bütün dallarında üstün örnekler verdi. Sözü
kadar sazı da güçlüdür. Aşık Zülali, doğuda kısa zamanda
büyük bir üne kavuştu. İstanbul'da o tarihlerde halk
şairleri, sazlarıyla, sözleriyle büyük kahvelerde,
köşklerde ilgiyle dinleniyor, teşvik ve takdir
ediliyordu. Zülali İstanbul'da sanatını başarıyla
sürdürdü, hem de medreseye devam etti. Sonra tekrar
Kars'a döndü.
Gel zaman, git zaman yine gurbetin yolunu tuttu.
Afyon, Emirdağ derken, sonunda Eskişehir'in Çifteler
ilçesini mesken tuttu. Sazlı, sözlü bir dünyada 1956
yılının 18 Aralıkta Allah'ın rahmetine kavuştu.
DADALOGLU
19. yüzyılda yaşamış
güney illerinin büyük şairi Dadaloğlu hakkında kesin bir
bilgiye sahip değiliz. Bu durum hemen bütün halk
şairleri için böyledir. Bunun sebebi saz şairlerinin
çoğunun ümmi oluşu ve aydın zümrenin onlara önem
vermemiş olmasıdır. Bu yüzden yazılı belge bulmak çok
güçtür. Hele divan şairlerinden bahseden tezkerelerde
halk şairlerinin adlarına rastlamak mümkün değildir.
Bunun için yaşadıkları zamanda hayatlarına dair bilgi
vermeyen halk şairlerini incelemek zorlaşmaktadır. Bu
durumda rivayetler ve şiirleri ile yetinmek zorundayız.
Dadaloğlu içinde durum aynıdır. Her büyük şair için
olduğu gibi güneyde her bölge onu kendine
mal etmeye çalışmıştır. Rivayetler birbirini tutmaz
olur.
Dadaloğlu toros dağlarında dolaşan göçebe Türkmen
aşiretlerinin Avşar boyundandır. Şiirlerinde ;
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden iller bizimdir
Gibi mısralara rastlanmaktadır.
Bu aşiretin gezdiği yerle Torosların Erzin, Payas,
Adana, Kozan çevreleridir. Türkülerinde onun hayalini
görür gibi oluruz. Bir elinde sazı bir elinde tüfeği
tepeden tepeye koşarak aşiret erlerini savaşa teşvik
ederek Osmanlıya hıncını haykırır.
Kaypak Osmanlılar size aman mı
Biraz sonra :
Şahdan ferman türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlıya aman mı
der. Top gürültülerine karışan sazının tellerine
dokunur. Padişaha meydan okur.
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Diye haykırır. Bunun gibi tarihi olaylarla ilgili
türküleri çoktur.
Dadaloğlu kavga olmadığı zamanlar bir tabiat ve aşk
şairidir. Her türlü güzelliğe vurgundur.
Fakat asıl özelliği ve kudreti cenkler için yaptığı
türkülerinde görülür. Yaşadığı çevrenin tarihi olayları
onu bir cenk şairi yapmıştır. belki de en güzel eserleri
dağlarda dövüşler arasında kaybolup gitmiştir.
Dadaloğlu büyük bir halk şairidir. Şiirlerinde kudretli
bir sanat ifadesi görülür. İlgilendiği olaylar
dolayısıyla hem bir devrin tarihini hem de bir toplumun
duyuş ve düşüncelerini yaşatmıştır. Bu bakımdan
Dadaloğlu edebiyatımızın dikkatle üzerinde durulmaya
değer şairlerinden biridir. en çok bilinen şiirlerinden
bir tanesi avşar elleridir.
DAVUT SULARI
Doğum Yeri |
Sarız - Kayseri |
Doğum Tarihi |
1920 |
|
Asıl adı Hıdır Gürel olan Aşık İbreti'nin
dedeleri Malatya'nın Akçadağ ilçesinden
kalkmış, Kayseri'nin Sarız
ilçesıne bağlı Kırkısrak köyüne gelip
yerleşmiş, babasının adı Ali annesinin adı
Sultandır. Babası o günün zor koşullarında, at
sırtında köy köy dolaşıp meyve ve öteberi
satarak geçimini sağlarmış. Rumi 1336, miladi
1920 doğumlu olan Aşık İbreti'ye Hıdır
adı konulmuş. Üç yaşına gelince annesini
kaybetmiş ve öksüz kalmış, babası evlendiği
Hatice isimli ikinci annesinden Ali, Rıza,
İbrahim, Sultan, Meryem, adlarında beş kardeşi
dünyaya gelmiş. Bunlar halen hayatta olup
yaşamlarını İstanbul'da sürdürmektedir. İbretı
henüz onyedi onsekiz yaşlarındayken evlenir,
hanımı teyzesinin kızı Sultandır. Köşkerlik
(ayakkabı tamirciliği) yapar ve giderek ayakkabı
üretimiyle geçimini sağlar.
Askere gider 3 yıl askerlik yapar askerde iken
babasını kaybeder. Askerlik dönüşü Maraş'ın
Afşin ilçesine giderek onsekiz gün gibi kısa bir
zamanda biçki, dikiş öğrenen İbreti Sarız'a
döner bu sanatını da onsekiz yıl devam ettirir.
Bu arada saza söze büyük ilgi duyar okuma merakı
artar. Geceleri gaz lambasının ışığında
sabahlara dek okuduğu günler olur kendini
yetiştirir.
İbreti, bu gayretli çalışmasının yanı sıra peş
peşe altı çocuk sahibi de olur, sırasıyla
Sultan, Haydar, Hüseyin, Hıdır, Kemal, Gülbeyaz,
İbretinin hanesinde yer alır. Ancak kendi adını
taşıyan Hıdır henüz 34 yaşında 1992 yılında, eşi
Sultan 2000 yılında, büyük oğlu Haydar 2001
yılında hakk'ın rahmetine kavuşurlar. Diğer
çocuklarından Hüseyin İstanbul'da, Sultan
Almanya/Altınoluk'ta, Kemal Kanada'da ve
Gülbeyaz İngiltere'de yaşamlarını
sürdürürmektedir.
Çok çocuklu İbreti, geçim darlğı çektiği için
çeşitli mesleklere atılır. Saz yapıp satmak, diş
çekmek, madencilik, en son fotoğrafçılık gibi
işler yapar. Madencilikte yaptığı kazılarda
yüzde seksen isabet kaydetmesine karşın ekonomik
yetersizlikler nedeniyle bu işi sürdüremiyor.
Bulduğu krom, gümüşlü kurşun, madenleri toprak
altında kalıyor. Son olarak fotografçılık
hizmeti yapmakta olan İbreti Sarızda elektrik
olmadığı için işini zor sürdürüyor.
Daha sonra Elbistana göçüyor, burada
fotoğrafçılık mesleğini sürdürürken 1967'de
patlak veren Elbistan Olayında Alevilere
saldıran fanatik bir gurubun saldırısından
İbreti de nasibini alıyor. Dükkanı tahrip
ediliyor kendisi ise canını zor kurtarıyor
tekrar Sarıza donüyor ancak geçim darlığı
nedeniyle İstanbula göçüyor ve 5 Kasm 1976
tarihinde Hakk'a yürüyor.
DERTLI DIVANI
Doğum Yeri |
Şanlıurfa - Kısas Köyü |
Doğum Tarihi |
1962 |
|
15 Ocak 1962 tarihinde Urfa'nın Kısas köyünde doğdu.
Asıl adı Veli Aykut'tur. Dedesi Ahmet Baba
ve babası, asıl adı Hamdullah olan Aşık
Büryani'dir. Küçük yaşlarda aşıklık geleneğini ve
bağlama çalmayı öğrendi.
İlk ve ortaokulu köyünde, liseyi ise Urfa'da bitirdikten
sonra yükseköğrenimini Ankara'da tamamlayan Dertli
Divani, hem kendi şiirlerini hem de babası ya da başka
aşıkların şiirlerini bestelemektedir.
Mahlasını oluşturan 'Dertli' bölümünü 1978
yılında Emrullah Efendi, birkaç ay sonra da
evlerini ziyaret eden Bektaş Efendi ise
'Divani' bölümünü verdi. Böylelikle Dertli Divani
mahlası tamamlanmış oldu. Daha 16 yaşındayken söylediği
doğaçlama deyişlerin de bu mahlası almasında önemli bir
etkisi oldu.
Türküleri birçok sanatçı tarafından söylenen Dertli
Divani Türkiye ve Türkiye dışında birçok konser ve
toplantıya katıldı. Bugüne dek tek başına 4, grup olarak
da 6 olmak üzere toplam 10 adet albüm çıkardı.
Ozanın kendisine ait ilk kaseti Divane Gönül, 92 yılında
Diktiğimiz Fidanlar, 96 yılında Duaz-ı İmam
ve en son 2000 yılında ise Serçeşme adlı kaseti
piyasaya çıktı.
120'nin üzerinde söz ve müziği kendisine ait eser
bulunmaktadır. Derleme eserlerinin sayısı ise 60'ın
üzerindedir. Sözlü eserlerinden bazıları; Zülfü
Livaneli, Arif Sağ, İlyas Salman, Belkıs Akkale, Sabahat
Akkiraz, Güler Duman ve bir çok sanatçı tarafından
seslendirildi. Söz ve müziği kendisine ait olan
eserlerinden bazıları ise: Urfa Semahı (Pervaz
kısmı), Duaz-ı İmam, Altım üstüm kaç kuruşluk,
Diktiğimiz Fidanlar.
Dertli Divani, halen Ankara'da ikamet etmekte
olup Çankaya Belediyesi'nde çalışmaktadır.
DEVRANI
Asıl adı Hasan Tutal’dır. 1928 yılında Şarkışla’nın Emlek yöresi Hüyük köyünde doğmuştur. Soyu, baba tarafından Horasan’dan gelme Şeyh Merzuban-ı Veli’ye dayanır. Ferhat ve Kibar’ın oğludur. Babası, 1924 yılında, Zara’nın Tekke köyünden gelip doğduğu köy olan Hüyük’e yerleşmiştir. Küçük yaşlarda babasını, 1959 yılında da annesini kaybetmiştir. Çocukluğu yoksullukla geçmiştir. Ailesine yardım için komşu köylerde çobanlık yapmıştır. Köyünde okul olmadığı için okula da gidememiştir. Okuma yazmayı askerlik yaptığı Sarıkamış’ta öğrenmiştir. Yaşı, nüfusta büyük yazıldığı için askere dört yıl erken gitmiştir. 1945 Şubatında Sarıkamış’ta askerken, şiddetli derecede böbreklerinden rahatsızlanıp ameliyat geçirmiş, doktorlar böbreğinin birini almak mecburiyetinde kalmıştır. Ameliyat sonrasında altı ay Sivas’ta hava değişimine gönderilmiş, bu süre sonunda kıtası değiştirilmiş Samsun 90. Piyade Alayına sevk edilmiştir. Ancak burada da rahatsızlanınca kendisine çürük raporu verilip terhis edilmiştir. 1953’te Yeter Hanım’la evlenmiş bu evlilikten bir oğlu, dört kızı olmuştur. 20 Şubat 1993’te Ankara’da vefat etmiştir.
Şiire 1945’te böbreğinin birinin alınmasından sonra başlamıştır. 1947’de de sazı çalmasını öğrenmiştir. Birlikte olduğu ustalardan Hasan Yüzbaşıoğlu, Âşık Veysel, Ali İzzet Özkan ve İzzat Savaş’ın şiir tekniğini ilerletmesinde büyük rolü olmuştur. Aynı zamanda iyi bir saz ustası olan Devranî, yıllarca köy köy, şehir şehir dolaşıp âşıklık sanatını icra etmiştir. Bununla da kalmayarak 1975 yılından itibaren Almanya, Avusturya, Yugoslavya, Hollanda, Irak, İran, Suriye gibi ülkelerde de programlar yapmıştır. Şiir tekniği güçlü olup başka sosyal problemler olmak hemen her konuda şiiri vardır. Defalarca ödüller almıştır. Şiirlerini ihtiva eden dört kitabı çıkmıştır. Dergâha Varış (1963), Uyanalım (1968), Gerçek Ozan Susmaz (1969 ve 1974), Yırtık Aba (1991).
Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya
FEYZULLAH
ÇINAR
Feyzullah Çınar 1937 yılında
Sivas Çamşıhı'nın Çamağa Köyü'nde doğmuş; tam
beş yaşındayken almış eline bağlamayı... Şeyh
Ahmet Yasevi'nin soyundan gelen ozan. Pir Sultan
Abdal'ı, Kaygusuz'u, Virani'yi dinleyerek büyür;
14-15 yaşlarında ise iyi saz çalip, türkü
söyleyen bir kişidir artık.
Anadolu'nun o aman vermez çileli yaşamından
büyük kente, İstanbul'a gelmesiyle başlayan
zorlu yaşam öyküsü O'nu sazıyla daha da
yakınlaştırmıştır. İstanbul'da girdiği işler
doyurmaz aşığı, O gönlündeki aşkı. toplumsal
çelişkileri paylaşmak ister diğer insanlarla.
Tam da bu sırada birlikte olduğu dostları
Feyzullah Çınar'a bir plak yapmak isterler.
Plağın bir yüzü Agahî Baba'nın "Fazilet" adlı
deyişi, diğer yüzü Malatyalı Esirî'nin Şah
Hüseyin'e mersiyesi... Yıl 1966; o yıllarda
Alevi deyişlerini çalıp söylemek pek çok açıdan
zor. Ama koca Çınar durur mu? Aldı mı sazı
eline, vurdu mu sazın teline söyler Pir
Sultan'dan, Viranî'den, Kul Himmet'ten... işte o
gün bu gündür ait olduğu kültürün o güzel
ürünlerini altmıştan fazla plağa okumuştur
ozan.
1969 yılında Fransa'ya giden Çınar,
Alevi-Bektaşi kültürü ve müziği üzerine Irene
Melikoff'la birlikte konferanslara katılır,
konserler verir. Bir çok Avrupa ülkesinde radyo
programlarına katılır. Ozanın Fransa Radyo
Televizyoncu ve Unesco tarafından iki
long-play'i yayınlanır.
Feyzullah Çınar, Alevi-Bektaşi ozanlarının
içinde kırsaldan kente göçmüş, ancak geleneksel
kültüründen hiç bir şey yitirmeden sanatını
uygulamış ender kişilerden biridir. O geleneksel
kültürünü yaşatarak içinde bulunduğu toplumun
sorunlarını dile getiren bir ozandır. O'nun
sanat yaşamına baktığımızda koca Çınar'ın yine
bir başka çınarın izinden gittiğini görürüz...
Bu kişi Pir Sultan Abdal'dan başkası değildir.
Pir Sultan'ı ve Pir Sultan geleneğini kendine
kılavuz seçmiştir. O sazının telinden dökülen
melodiler bin yıllık geleneğin sözcüsü gibidir.
Pir Sultan deyişlerini sanki Çınar seslendirsin
diye yazmıştır. Çınar deyişleri, öylesine yüksek
bir sanat gücüyle icra eder, ve dilinden dökülen
her sözün anlamı müzikle öylesine bütünleşir ki,
yüzlerce yıllık Alevi kültürü ile binlerce
yıllık Anadolu kültürlerinin sentezinden doğan
bir ses çakılır kulaklarımıza. Feyzullah Çınar
usta malı söyler deyişlerini. Yedi kutuplardan
en çok Pir Sultan Abdal, Virani, Kul Himmet ve
Hatayi'nin deyişlerini çalar ve okur. Geçmişle
günümüz arasındaki köprü görevini üstlenmiş o
ozanların işlevini Çınar'da da görürüz. Bu
bakımdan günümüz ozanlarının deyişleri de
O'nun için diğerleri kadar önemli, hatta
kutsaldır. Kul Ahmet, Sefil İbrahim, Celalî
kendi döneminin toplumcu ozanlarıdır ve bunların
deyişleri Çınar'ın dilinde ve telinde ustaca
yorumlanır. Feyzullah Çınar 1960'lı ve 70'li
yılların toplumsal açıdan çileli, karamsar,
tehlikeli ortamı içinde ozanlık yapmaya çabalar.
Türkiye'yi bir uçtan diğer uca dört kez dolaşır.
Halkına umut verir, yüreklendirir onları.
Toplumcu deyişleri seslendirdiği için hapse
atılır. Ancak yine söyler, yine çalar sazım...
1983 yılında daha 46 yaşındayken Çınar yaşama
gözlerini kapatır. Ancak onun sesi bu toprağa
gönül vermiş dostlarının kulağında yaşamaya
devam ediyor.
Bazı türküleri : Siyah saçlarından hatem
yüzlerin, Bu yıl bu dağların karı erimez, Geldim
şu alemi ıslah edeyim....
HASRET GÜLTEKIN
Dogum yeri: SIVAS
Dogum tarihi: 1967
Geleneksel kalıplar içinde sıkışmış halk müziğini çağdas bir senteze kavuşturmaya çalıştı.Nevroz kasetinde Kürt ezgilerini enstrümantal olarak yorumladı.
Ortak çalışması Türküler Yalan Söylemez'den başka Gün Olaydım, Nevroz, Gece ile Gündüz Arasında, Besteleriyle Hasret Gültekin adlı kasetlerle müzikseverlere ulaştı.
En verimli çağında iken, 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Olaylarında yaşamını acı bir şekilde yitirdi.
Altı yaşında saz çalmaya başlayan Hasret Gültekin, 12 yaşında artık sahnede saz çalan küçük bir oznadı. Kadıkoy Anadolu Lisesi mezunu sanatçı, 1980'li yıllardan itibaren halk müziği alanında kendi uslubuyla ağırlıklı olarak yer aldı. Yinede Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top ve Musa Eroğlu'na olan hayranlığını gizlemiyor ama bağlamayı onlar kadar ustaca kullanıyordu.
KAPLANI (Hasan Kaplan)
Kaplani, 1958 yılının 2 Nisan'ında Yozgat'ın Sorgun ilçesine bağlı Tulum köyünde dünyaya gelmiş. Asıl adı Hasan Kaplan. Ama daha çok Kaplani mahlasını kullanıyor, bu da soyadından geliyor. Bir söyleşide: "Ağa çocuğu olmadığıma göre, çocukluğum diğer köy çocuklarının yaşamından farklı geçmedi. Ortaokulu nahiye ve kazada, liseyi Samsun ve Ankara'da bitirdim. Lise bitiminde Ankara Meslek Yüksek Okulu'na kayıt yaptırdımsa da devam etme olanağını bulamadım. İki yıl çelik eşya üzerine uğraşan bir atölyede çalıştım. 1979'dan beri bir kamu kuruluşunda çalışmaktayım.''
Kaplani, bu söyleşinin yapıldığı tarihten sonra, Üniversite yaşamına dönerek, Üniversiteyi de bitirdi. Ama en güzeli bu süre içerisinde birçok şiire ve besteye imzasını attı. Bugün kendini kabul ettirmiş birçok sanatçımız tarafından okunan güzel parçaların altında onun imzasını görüyoruz: "Yürüyorum Dikenlerin Üstünde", "Senin Gibi Sahte Dosta inanmam", ''Ağlayıp Gezerim Yar Senin için", "Alıp Yare Götürmüyor Yol Beni", ''Genç Kuşaklara", ''İleriye Yürüyün Ayaklarım'', ''Yüzyıllık çınar'', ''Denizin Yarası'', vb. Bu özet bilgiler de göstermektedir ki, Kaplani, halkın içerisinden çıkmış, kendisini yetiştirmiş birisidir. Onun belki de en büyük ayrıcalığı, halk şiirini sevmiş olması, bu geleneği yaşatacak, ona saygıyla bağlı bir aileden gelmesidir.
Sorgun yöresi, bugünkü genç halk şiirimiz için yeni yetenekleri, yeni adları muştulayan bir yöredir. Örneğin, Öztürk Erkılıç, Gönüllü Coşkun, Durak Şahin, gibi genç isimler de bu yörenin yetiştirdiği, bugün kendilerini belli ölçüde bir yere taşımış halk ozanlarıdır. Kaplani'nin bir özelliği de köyle bağlantısının, yani kültürel anlamda köy ortamından çok erken yaşlarda uzaklaşmış olmasıdır. Ortaöğretimden itibaren başlayan yaşamı sürekli olarak kentlerde geçmiştir. Özellikle de metropol kentlerde sürdürdüğü eğitim ve iş yaşamının ona taşıdığı değerler genel anlamda halk ozanlarının sahip oldukları köylülük değerlerinden onu uzaklaştırmıştır.
Bir parantez açmak gerekecek belki, kentte yaşayıp da, köylülükten kurtulamayan bir yığın insanımızın varlığında böyle bir etkenin altını çizmek neden? Böyle bir etkenin üzerinde duruyor olmamın, özellikle de bir sanatçı kişiliğinde bunu öne çıkarmamın elbette ciddi nedenleri var. Bunların birincisi, Kaplani'nin hem yaşam biçimi hem de ürettikleriyle böyle bir çizginin ayrımını erken fark etmesi, geleneksel değerlere eğilirken bunları edinmiş olduğu sınıfsal bilinçle değerlendirmesidir. Bir başka etken ise, genel olarak hala birçok ''halk ozanı''nın yeğlediği cemaat toplantıları gibi, yukarıda altını çizdiğim kültürel ortama dayalı, etkinlikleri yeğlememesidir. Ciddi bir tavır, almadır ondaki bu yaşama anlayışı. Geleneksel toplum değerlerini eleştirmesi, bu toplumsal düzenin olumsuz yanlarını kavrama bakımından önemlidir. Özellikle feodal kültürle örtüşük bu geleneksel değerleri olumsuzlamanın getirdiği tavır alış da, bakış açısının netliği önemli bir işarettir. Ayrıca mesleki anlamda da görülse, kültürel derneklerdeki aktif yöneticiliği ve örgütlü yaşamı savunmada (Halk ozanları kültür Derneği'nin 1977'den beri üyeliğini ve bir dönem sekreterliğini yapması) gösterdiği çabada, onun bu kentsel yaşam içerisindeki aktivitesini ortaya koymaktadır.
Bir sanatçının kitlelerle bağ kurmada izlediği yöntem de bu bakımdan önemlidir. Örneğin, hala tek bir edebiyat sanat dergisinin adını söyleyemeyen "şiir yazıcılarının", ''halk ozanları' bolluğunun gerçekliğinde, bu gerçeklikle hiç bir anlamda karşılaştırılmayacak Kaplani gibi birisinin sanat edebiyat dergilerinde ürünlerini yayımlaması, söyleşilerde bulunması da, bu yaşam biçiminin kültürel izlerini algılamak açısından üzerinde durulması gereken önemli unsurlarıdır.
Memur olmanın getirdiği kimi olumsuzlukları da gözden ırak tutmamak gerekiyor. Gündelik yaşam kavgası içerisindeki bir insanın, iğretileşmiş ilişkiler ve sistemin dayattığı edilgenliği de gözden ırak tutmamak gerekiyor. Bu Kaplani ve onun gibi kamu çalışanı sanatçıların büyük bir kesiminde böyledir. Çünkü, sistem biraz da o kurumlaşmanın kendisidir. Edilgenlik ve hayata yansıyan tek düzelik bu ilişkilerin yabana atılamaz bir yanıdır.
Evli ve üç çocuk babası olan Kaplani, şiir çalışmaları, yanı sıra kaset hazırlıkları ve genç sanatçıların eğitimiyle bu çizgideki yaşamını sürdürmektedir.
KARACAOGLAN
Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu
şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğinde çığır açmıştır.
1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne
kesin bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy'da
yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları
Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu
söylerler. Bazıları da Osmaniye ili Düziçi ilçesinin Farsak köyünde
doğduğunu söylerler. Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in Musabeyli
bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Bir
başka söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Batı
Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke,
Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir
menkıbeye göre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden
edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup, yörenin Türkmen
aşiretleri arasında yaşadığıdır.
Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve
Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan
yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere
alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kazanoğulları ile
arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı. İki kız kardeşini de yanında
götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine
bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı
gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve
Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş,
Gaziantep yörelerinde geçirdi.
Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden,
çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre
Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre
ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen
yerde olduğu sanılmaktadır.
Karacaoğlan Osmanlı Devleti'nin iktisadi bunalımlar ve iç karışıklıklar
içinde bulunduğu bir çağda yaşamıştır. Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe
toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı, yurt edindiği doğa oluşturur.
Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan
Türkmen aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile
birleşerek âşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir. Anadolu halkının
17.yy'da çektiği acılar, göçebe yaşantısının yoklukları, çileleri,
çaresizlikleri, şiirinde yer almaz.
Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve
aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde
beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir.
Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm
temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe
yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan
alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin
kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur. Güzelleri, yiğitleri
över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının
duyuş ve düşünüş özellikleri görülür.
Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca
temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir
biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe
yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka
önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla
yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde
doğanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır.
Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm
de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir.
Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını oluşturan aşk/sevgili
kavramını, âşık şiirinin geleneksel kalıpları dışında bir söyleyişle ele alır.
Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın
umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan
ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir.
İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep,
Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...Karacaoğlan bunların kimine bir pınar
başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık
yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye
bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en
belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır.
Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde
etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık
şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır. Tanrı
kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki
yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve
sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur.
Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve
ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu
insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve
Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde
kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni
kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu
halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını
değiştirerek kullanır.
Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de
redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla
yazmıştır. Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine
başvurduğu da görülür. Mecaz ve mazmûnlara çokca başvurması, söyleyişini etkili
kılan önemli öğelerdir.
Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani
söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri
arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde,
içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur.
Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten
etkilenmiş, şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu,
Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18.yy ve şairlerinden Dadaloğlu,
Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19.yy şairlerinden de Bayburtlu Zihni,
Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşilabdal'ı etkilemiştir.
Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı
geleneğinden yararlanan şairlerden R.T. Bölükbaşı, F.N. Çamlıbel, K.B. Çağlar,
A.K. Tecer ve C. Külebi, Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir.
Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne
değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.